11 Aralık 2009 Cuma

İTALYA / ITALY - GENEL



















BİR AYÇİÇEĞİNİN PEŞİNDE İTALYAYI KEŞFETMEK…

Akşamın ilerleyen saatlerinde Adnan Menderes Havaalanının yeni dış hatlar terminalinde buluştuğumuzda hepimizde bir yürek çarpıntısı vardı. Kimimiz ilk kez yurtdışına çıkıyor olmanın, kimimiz ilk kez uçağa binmenin, kimimiz ilk kez böyle kurumsal, kapalı bir turla seyahat etmenin, ben de böyle bir operasyonun sorumluluğunu taşımanın tedirginliği ile yüreğimiz kıpır kıpırdı.
Yaklaşık iki saat kırk dakikalık güzel bir uçuş ve sert bir inişle Bologna’ya indik. Seri bir şekilde pasaport ve giriş işlemlerimizi tamamladıktan sonra bizi bekleyen otobüsümüze yerleşip ilk ziyaret yerimiz olan Roma’ya doğru yola çıktık. Sabah erken saatlerde otoyol kenarındaki - daha sonra sık sık uğrayacağımız oto grillerden birinde kurvasan ve kafe amerikano ile ayaküstü kahvaltımızı yaptık.
Aracımızı park yerinde terk edip rehberimizin etrafında toplandık. Bütün bir gezi boyunca bizimle birlikte olacak olan sevgili Erkin AKÇAY çantasından teleskopik bir antenin ucuna takılmış ayçiçeğini çıkardı ve açtı.. Oldukça kalabalık olan şehirde, diğer turist grupları arasında kaybolmamak için bu ayçiçeğini izleyecektik ve öyle de oldu. Fotoğraf çekmek için ya da incik boncuklara daldığımızda gözlerimiz ayçiçeğini aradı.Kısacası bir ayçiçeğinin peşinde İtalya’yı keşfettik.























Gezimize Colesiumdan başladık. Erkin beyin verdiği bilgileri dinleyerek fotoğraflarımızı çekip forumları, haritaları, bronz at heykelini, Romalıların Roma’ya yakıştırmadıkları ve bu nedenle takma diş veya düğün pastası dedikleri devasa anıtsal yapıyı izleyip, fotoğraflayarak, kentin en pahalı mağazalarının bulunduğu caddesinden İspanyol merdivenlerine doğru ilerledik. Dar, kalabalık ve işlek caddeden bir anda ferah aydınlık, rengârenk çiçeklerle donatılmış merdivenlerin bulunduğu bir meydana çıktık. İspanyol konsolosluğunun bulunduğu bu meydandaki İspanyol Merdivenlerinin güzel ve dinlendirici atmosferinde biraz soluklanıp, fotoğraflarımızı çektikten sonra bir sonraki hedefimiz Aşk Çeşmesine doğru yürüdük. Muhteşem bir havuz ve onu çevreleyen muhteşem heykelleri muazzam turist kalabalığı arasında izleyip, sırtımızı havuza dönerek sol omzumuzun üzerinden dileğimizi dileyerek bozuk paramızı havuza attık. Benim ki beş kuruşluk bir dilekti ama grubumuzda İzmir’den toplayıp getirdikleri avuç avuç bozuk paralarla sipariş dilekte bulunanlar çoğunluktaydı.
Öğle yemeğimiz burada bir pizzacıda geçiştirip, meşhur Roma dondurmasını da yedikten sonra otobüsümüzle buluşup, ayrı bir cumhuriyet olan ve tuğla rengi duvarlarla Roma’dan ayrılan Vatikan’a doğru yola çıktık. Katolik Hıristiyanlığın merkezi olan bu din devletinde önce Saint Pietro meydanına çıktık. Devasa sütunlu stoaların -ya da bizim deyişimle revak- çevirdiği ortasında çok bir alanın ayin için ayrıldığı meydanda ayçiçeğinin etrafında toplanıp rehberimizin verdiği bilgileri can kulağı ile dinledikten sonra gelmiş geçmiş papaların mezarlarının bulunduğu galerileri geziyoruz. Ardından sonsuz bir ihtişamın sergilendiği Saint Pietro Bazilikasını ziyaret edip heykelleri, duvar resimlerini, ikonları hayranlıkla izleyip fotoğraflıyoruz. Vatikan gezimizi tamamlayıp otelimizi olduğu Floransa yakınlarındaki termal bir kasaba olan Monte Catini’ye doğru yola çıkıyoruz. hayranlıkla izleyip fotoğraflıyoruz. Vatikan gezimizi tamamlayıp otelimizi olduğu Floransa yakınlarındaki termal bir kasaba olan Monte Catini’ye doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık üç buçuk saatlik bir otobüs yolculuğu ile otelimize ulaşıp odalarımıza yerleşip, elimizi yüzümüzü yıkayıp hemen yemeğe geçiyoruz. Yemekten sonra bir önceki gecenin ve günün yorgunluğu ile bir kısmımız odalarına çekilirken bir kısmımız yorgunluğa inat bir hafta sonunun coşkusunu yaşayan, onbeş-onyedi yaş grubunun neşe içinde cıvıl cıvıl dolaştığı, kafeleri doldurduğu Monte Catini caddelerini keşfediyoruz.





































Sabah nispeten geç bir kahvaltıdan sonra otobüsümüzle Floransa’ya hareket ediyoruz. İlk hedefimiz Mikelanj’ın ünlü Davut heykelinin bulunduğu ve kenti yukarıdan izleyeceğimiz tepeye çıkıyoruz. Onbeş dakikalık seyir ve fotoğraf molasından sonra otobüsümüz bizi Floransa’nın Duama meydanına yakın bir yerde bırakıyor. Artık akşama kadar Floransa’yı adım adım yürüyerek keşfedeceğiz. Önce cephesi muhteşem heykeller ve işlemelerle kaplı heybetli bir kilise olan duama’yı, karşısındaki Cennetin Kapısı denilen kapısı ile meşhur sekizgen mimarideki vaftizhaneyi görüp eski sarayın ve Poseidon’un heykelinin bulunduğu Senyörler meydanına yürüyoruz. Tamamen bin dörtyüzlü ve binbeşyüzlü yıllardan kalma binalarla çevrili ama halen yaşamın devam ettiği ve rengârenk kafelerin yer aldığı bu büyük meydanı, eski sarayın çaprazındaki Loncaları görüp, İffuzy galerisini ziyareti serbest zamana bırakıp günümüzde kuyumcu dükkânlarının bulunduğu köprüden bizim yeşil ırmağa bezeyen nehri ve iki kıyısındaki yapıları izleyip fotoğraflıyoruz. Kalabalık içersinde Ayçiçeğini izleyerek belediye binasına, oradan da Pazaryerine doğru ilerliyoruz. Rehberimiz yemek yiyebileceğimiz yerleri tarif ediyor ve buluşma noktası ve saati vererek bizi Floransa ile baş başa bırakıyor. Çoğunluk tahmin edebileceğiniz gibi alışveriş için ya pazara ya da mağazalara dağılıyor. Biz de öğle yemeğinden sonra eşlerimizi alışverişe gönderip kardeşimle birlikte ünlü ressamların resimlerinin bulunduğu elli galeriden oluşan Iffuzy Galerinin abartmasız yüzeli – iki yüz metrelik bilet kuyruğuna giriyoruz. Uzun bir bekleyişten sonra sıranın hiç ilerlemesi üzerine telefonla rehberimizi arayıp bilgi alıyoruz. Bir iki saatte ancak sıra geleceğini öğrenince umudumuz kırılıyor ve İffuzy Galerisini ziyareti başka bir bahara erteliyoruz. Ha bu arada elli kişilik grubumuzda müzeye girmeyi başaran tek çift Ömer Bey ve eşi Emel Hanım oluyor ve saat 13.00 gibi girdikleri kuyruktan, galeriyi gezip çıktıklarında saat 17.15 ti. Ve onlar sanatı alışverişe tercih etmişlerdi.
Rahat bir günün ardından Monte Catini’ye dönüyoruz. Yemek öncesi gün ışığımda Monte Catini sokaklarını dolaşıyoruz. İki katlı bahçeli evlerin bulunduğu, balkonları ve bahçeleri yemyeşil ve rengârenk çiçeklerle bezenmiş, mis gibi akasya kokan sokaklarında dolanıyoruz. Adımınızı kaldırımdan caddeye attığınız an size yol veren sürücülerin bulunduğu, korna ve fren sesinin hiç duyulmadığını bir tane bile başıboş köpek ve kedi görmediğimiz huzur dolu Monte Catini sokaklarından yavaş yavaş akşam emeği için otelimize dönüyoruz.

Üçüncü gün kahvaltıdan sonraki hedefimiz bir ortaçağ derebeylik kenti olan Siena. Yaklaşık yüz kilometrelik bir yolculuktan sonra bir tepeye kurulmuş, surlarla çevrili Siena’ya varıyoruz. Otobüsümüzü otoparkta bırakıp akasya ağaçları ile kaplı yoldan kente tırmanıyoruz. Önce yalınlığı ve yoksulluğu kendine şiar edinen Saint Françesko tarikatının kilisesini ziyaret edip buradaki sarışın mavi gözlü İsa ikonunu ve Aziz Katerinin kesik işaret parmağı ile kafatasının bir kısmını görüyoruz. Herhangi bir saldırıda kolayca kapatılıp düşmanın şehre girmesini önleyecek şekilde planlanmış dar siena sokaklarından şehrin merkezinde bulunan ve bütün sokakların dairesel şekilde çevirip kuşattığı çok büyük bir meydana Palio Meydanına çıkıyoruz. Rehberimiz Erkin AKÇAY yine buluşma noktası ve saati vererek yemek, alışveriş ve fotoğraf çekimleri için serbest zaman veriyor.









































Öğle yemeğinin ardından otobüsümüze binip Pisa’ya hareket ediyoruz. Check-Point noktasında otobüsümüzden inip küçük renkli lokomotiflerin çektiği vagonlarla Mucizeler Meydanına gidiyoruz. Burada vaftizhane ve ünlü Pisa kulesini görüp, fotoğraflayıp hatıralık eşyalarımızı aldıktan sonra rehberimizin gösterdiği marketten, FreeShoplardaki fiyatın altında fiyatlarla viski, şarap vs alıyoruz. Tekrar minyatür trenimize binip otobüsümüze ulaşıyoruz. Bugünü de çok yorucu olmayan fakat çok keyifli bir programla tamamlıyoruz.
Akşam yemeğinin ardından bizi bir sürpriz bekliyordu. Lobiden tatlı bir piyano sesi geliyordu. Rehberimiz Erkin AKÇAY’ıpiyanonun başında görünce akşam yemeğindeki papyonun sırrı çözülmüş oldu. Hepbirlikte piyanonun başına toplanıp eşlik ettik. Geç saatlere kadar keyifle şarkılar türküler söyleyip onuncu yıl marşı ile geceyi noktaladık. Dördüncü gün bizi daha keyifli bir gezi bekliyor. Şarkısı ile ünlü Portofino. Küçük bir balıkçı kasabası iken 1970 li yıllarda ortaya çıkan coute d’azur tatil anlayışı ile birlikte Fransa’nın güney sahilleri ile birlikte gelişen ve bir şarkı ile de ünlü olan küçük bir koy Portofino. Küçük bir limanı çevreleyen güzel bir meydan ve bu meydanı çevreleyen sarı, turuncu badanalı yeşil panjurlu, balkonları, pencereleri, merdivenleri ve terasları rengârenk çiçeklerle bezenmiş evler ve bunların ardında yeşillikler içinde yükselen yamaçlar ve bu yeşillikler arasında kaybolan göz okşayan mimarisi ile malikâneler ve meydandaki kafelerden oluşan şirin bir mekân Portofino. Kahvaltı sonrası otobüsümüzle kâh devlet yolundan kâh köy yollarında yeşilliler içinde keyifli bir yolculuktan sonra bir sayfiye kasabası San Margarita’ya varıyoruz. Burada otobüsümüzden inip bizi bekleyen tekneye binip on dakikalık bir deniz yolculuğu ile Portofino’ya ulaşıyoruz.
Portofino’yu önce rehberimizle daha sonra kendi başımıza dolaşıp, hediyelik eşyalarımızı alıyoruz. Meydandaki kafelerde cappucinomuzu yudumluyoruz. Öğle yemeği için San Margeritaya yine deniz yolu ile dönüyoruz. Öğle yemeği ve serbest zamanın ardından bir grup diğer otobüse geçip alışveriş için outlete giderken biz Monte Catını Alto’ya teleferikle çıkmak için Monte Catınıye dönüyoruz. Yaklaşık 700 metre yükseklikteki Monte Catınının eski yerleşim yeri Monte Catını Alto’ya raylar üzerinde hareket eden bir çeşit tramvayla çıkıyoruz. Akasya ormanlarının içinde yavaşça yukarıya tırmanırken Monte Catını gözlerimizin önüne seriliyor Bizi yine geniş ve temiz bir meydan, onu çevreleyen ortaçağ yapıları ve tertemiz, rengarenk kafeler oluyor. Burada da evlerin pencereleri, balkonları ve kapı önleri rengârenk çiçeklerle bezenmiş. Meydandaki kafede biramızı keyifle yudumlayıp bir sonraki tramvay/teleferik ( Funicular) ile aşağıya iniyoruz ve Monte Catınının sokaklarında yarım saatlik bir yürüyüşle otelimize dönüyoruz. Yarın gezimizin son günü sabah erken kahvaltı ile birlikte otelden ayrılıp Venedik’e gideceğiz. Herkes valizini toplayıp erkenden yatmak için odalarına çekiliyor.
Kahvaltı sonrası Bologna üzerinden Venedik’e yaklaşık üçbuçuk saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşıyoruz. Otobüsümüzü check-Point noktasında bırakıp vaperotto ile san Marco meydanına hareket ediyoruz. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra vaperottodan iniyoruz. Gondol sefası için bizleri bekleyen gondol kalkış noktasına yürüyoruz. Altılı gruplar halinde gondollara yerleşiyoruz.. İkram edilen şampanyamızı yudumlarken kanallar arasında kayboluyoruz. Diğer bazı gondollardan akordeon ve gitar sesleri geliyor. Yaklaşık yarım saat süren gondol keyfinden sonra ayçiçeğimizin peşine takılıp Napolyon’un “Avrupa’nın en güzel salonu” dediği büyük San Marco Meydanına geliyoruz. Ardından San Marco Bazilikası, İdamların gerçekleştirildiği iki sütunlu küçük san Marco meydanını, dükler sarayını, hapishaneyi ve iki bina arasındaki işkence köprüsünü görüyor, ara sokaklardan geçerek Venedik’in kalbi olan Rialto Köprüsüne geliyoruz. Burada. Saat 20.00 de Vaperotto iskelesinde, akşam yemeğimizi yemiş olarak buluşmak üzere Venedik’i keşfetmek ve dünyaca ünlü Murana camlarından almak için Venedik’in ara sokaklarında dağılıyoruz. Artık dönüş vakti. Vaperotto’ya binince Rehberimiz, ben ve başhekimimiz sayın O.Gazi Yiğitbaşı ile gezinin genel bir değerlendirmesini yapıyoruz ve bu değerlendirmeyi otobüse binip havaalanına doğru giderken arkadaşlarımızla paylaşıp onların değerlendirmelerini dinliyoruz. Gezi topluluğumuzun en genç üyesi Umut Ulaş CANDAN’ıda bu yorucu tempoya ayak uydurmasından dolayı kutlayıp, alkışlayıp küçük bir hediye ile ödüllendiriyoruz. Rehberimizin oynattığı keyifli bir oyundan sonra şarkılar ve türkülerle havaalanına varıyoruz. Uçağa binmeden bir sonraki yurt dışı gezisinin planlarını yapmaya başlıyoruz.Uçağa bindiğimizde hepimiz yorgun ama mutlu, endişeler ve tedirginlikler dağılmış evimize ülkemize dönmenin mutluluğunu yaşıyorduk.
Yazı ve Fotoğraflar: Dr. M.Cengiz TÜMER 27 Nisan 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder