9 Ocak 2010 Cumartesi

ANTALYA; TÜRKİYE

YERYÜZÜNDEKİ CENNET: ANTALYA

İlk kez 1975 yılında gitmiştim Antalya’ya. Üniversite sınavının hemen ardından... Daha sonra da defalarca gittim. Eminim bu yazıyı okuyan birçok meslektaşımda ya tatil amaçlı ya da kongre amaçlı birçok kez gitmişlerdir. Ama kongre ya da her şey dahil sistemi ile gidilen gezilerde Antalya’yı keşfetmek ve Antalya’nın tadına varmak mümkün değil.

Bu yazıda size Antalya’yı farklı bir yönden anlatacağım. Bu kez Antalya’ya Kepez altı mevkiinden değil de batısından gireceğiz.

Yine kongre amaçlı gidişlerimden biriydi. Ama bu kez uçağı tercih etmeyip, yola çıkma tarihini de kongreden iki gün öncesine alıp eşimle birlikte kendi aracımla yola çıktım. İlk hedefim Fethiye idi. İlk gece konaklamayı burada yapacaktım. Daha önce Fethiye ve yöresini adım adım gezdiğim için Fethiye’de yalnızca bir gece konaklayıp yola devam edecektik.

Sabah kahvaltı sonrası ilk durağımız Patara oldu. Kalkan – Fethiye karayolunda Kalkandan yaklaşık 10 km sonra güneye dönülür ve yaklaşık 10 kilometrelik Patara yoluna girilir. Patara Büyük İskender’e kapılarını açmış ve bu olaydan sonra önemli bir liman kenti özelliğini kazanmıştır. Patara’ya MÖ. 100. yılda yapıldığı sanılan üç gözlü bir kapıdan girilir.
Kumlar altında kalmış tiyatrosunun dışında Caretta caretta’lara yumurtlama döneminde ev sahipliği yapa uçsuz kumsalları ile de ünlüdür. Yapılaşmaya kapatılan ve doğal sit alanı ilan edilen plajında denizi izleyip yola koyuluyoruz

Daha önce Atlas dergisinde fotoğrafını gördüğüm ve muhteşem bir doğal plaj olan Kaputaş’da ikinci molamızı veriyoruz. Turkuaz mavi ile yeşilin kucaklaştığı plaja karayolundan merdivenlerle iniyoruz. Kıyıda karaya vurmuş onlarca kılıç balığı yavrusunu merakla izliyoruz. Yanımıza gelen Jandarmanın uyarısı ile tehlikeli olduğundan yüzme arzumuzu frenliyoruz. Denizin birden derinleşmesi, zeminin küçük çakıl taşlarından meydana gelmesi ve ani patlayan deniz nedeniyle jandarma denize girilmesine pek izin vermiyor.
Yolumuzun üzerindeki Likyalılardan kalma bir kıyı kenti olan Kaş’ı bir başka zamana bırakıp, Üçağız’a doğru devam ediyoruz
Üçağız, Kaş’ı geride bırakıp rampayı tırmandığınızda, sağa dönerek kıvrıla aşağıya inen yaklaşık 8 kilometrelik bir yolun sonunda, deniz kıyısına kurulmuş bir balıkçı köyü. İstanbulluların burayı keşfedip mekân tutmasıyla balıkçı köyü kimliğinden sıyrılıp turizme yönelmiş. İrili ufaklı, yöre mimarisiyle uyumlu birkaç pansiyon var. Biz de ikinci gecemizi bunlardan birinde geçireceğiz. Adeta denizin içine kurulmuş…………… Pansiyonda. konaklayacağız.
Eşyalarımızı odaya bırakıp pansiyon sahibinin ayarladığı tekneyle denize açılıyoruz. Hedefimiz ancak denizden ulaşılabilen Kaleköy ve batık şehri görmek. Altı cam olan teknemizle seyahat ederken bir yandan da denizaltı güzelliklerini hayranlıkla izliyoruz. Simena – Kaleköy tarih, deniz ve güneşin kelimenin tam anlamıyla birbirine karıştığı ve kaynaştığı bir güzelliğe sahip. Burada masmavi ve pırıl pırıl Akdeniz sularının altında yatan binlerce yıl öncesinin uygarlık izleri insanı büyülüyor.Kalenin tarhi Likya devrine kadar bilinmektedir.. Burada Likya, Roma ve daha sonraki zamanlara ait yapılar iç içedir. Surların Roma devrinde yapıldığı sanılmaktadır. Sıcağa rağmen Kaleye tırmanıyoruz. Gezi teknelerinin doldurduğu limanı ve dantel gibi işlenmiş kıytıları bir de kalenin surlarından seyredip fotoğraflıyoruz. Tekrar limana inip denizin içinden yükdselen lahit mezarları izliyoruz hayranlıkla. Gün akşama dönerken biz de pansiyonumuza dönüyoruz. Bizi aşımızın hazırladığı güzel bir akşam yemeği ve uzun yol kaptanı Hasan’ın sohbeti bekliyor.

Güzel dinlendirici bir uykudan sonra mis gibi iyot kokan denizin kıyısında kahvaltımızı yapıyoruz. Daha sakin bir zamanda sadece kafa dinlemek için gelip daha uzun süreli kalmayı planlayarak Üçağız’dan ayrılıyoruz. Bozuk köy yolunu tırmanıp anayola çıkıyoruz ve Demre – Kaleye doğru yola koyuluyoruz. Noel Babanın doğduğu bu küçük belde de Noel Baba kilisesini hızla gezip, Finike’ye doğru yol alıyoruz. Dar ve oldukça çok sayıda virajdan sonra Finike’nin içinden durmadan geçiyoruz. Türkiye’nin domates ve turfanda sebze gereksinimin büyük bir bölümünü karşılayan, sevimli Kumluca ilçesinin de içinden geçip Olimpos, Çıralı’ya varmayı hedefliyoruz. Kemer ilçesine 30 km kala sağa ayrılan dar ama asfalt yoldan yaklaşık 7 kilometrelik bir yolculukla Çıralı’ya varıyoruz. Aracımızı çam ağaçlarının altına park edip, kalabalığın tek sıra halinde indiği patikaya yöneliyoruz. Yanartaşın yolunu soruyoruz, patikayı takip etmemizi söylüyorlar. Saat öğle 12.00. Hava sıcak mı sıcak.. Nefesimizin kesildiği her molada karşıdan gelenlere soruyoruz. “ Daha çok var mı? “ diye. Yaklaşık 1400 m, % 10 eğimli yolu hayli zorlanarak tırmanıp Yanartaş’a ulaşıyoruz. Ama gözümüz yanartaşı değil çalının gölgesinde buzların arasındaki soğuk içecekleri görüyor ve öncelikle oraya yöneliyoruz. Sıcak, susuzluk ve tırmanış bizi korkunç derecede yoruyor. Yaklaşık 15 – 20 dakika dinlenip, asırlardır sönmeyen dağın belli bölgelerinde kayalar arasında öbek öbek yanan alevleri görüyoruz. Gündüz çok etkileyici değil ama gece görüntüsü sanırım etkileyicidir. Bedava ateş üzerinde sucuk pişirenlerde izin isteyip, fotoğraflıyoruz. Doya doya yaşadığımız çıralı yanartaşı gördükten sonra yavaş yavaş aynı patikadan aşağıya iniyoruz. Aracımıza binip toprak yolda Olympos’a doğru ilerliyoruz, bir dere yatağından geçip aracımızı uygun bir gölgeye park edip Olympos’un çam ormanlarının korumasındaki tertemiz denizine kendimizi bırakıyoruz. Tertemiz Akdeniz sularında serinledikten sonra kumsala çıkıyoruz. Bekçiden öğrendiğimize göre burası da Caretta Caretta’ların yumurtlama bölgesiymiş. Bu nedenle duş vs gibi sosyal tesis yok. Mecburen bekçinin kulübesindeki hortumla duş alıyoruz.
Çıralı’da çardak altındaki köy restoranında yediğimiz menemenle karnımızı doyurup Phaselis’e doğru yola çıkıyoruz. Kemer ilçesindeki Tekirova ‘nın hemen yanıbaşında yer alan antik kenttir. Ana yoldan sağa dönüp çam ağaçları arasında yaklaşık 2 – 3 kilometre yol alıp otopark için ayrılmış yere aracımızı parkedip Phaselis’in antik ana caddesine doğru yürüyoruz. Efsanelere göre kent MÖ.2000 sonunda Mopso9s ve Lakius tarafından kurulmuştur
Strabon, Phaselis’in üç limanı olduğunu, en büyüğünün ise yarımadanın güneyindeki olduğunu yazmaktadır. Kentin kuruluşu kesinlik kazanamamakla beraber tarihte ismi en erken Fenike ile Yunanistan arasında ticaret gemilerinin uğrak yeri olarak geçmektedir. Kent M.Ö.690 ‘da zengin ormanlık bölgeye yakın oluşundan ötürü Rodosluların bir kolonisi olarak kurulmuştur. M.Ö.VII - VI.yy.larda geçimini denizden sağlamış ve ticaretle gelişmiştir. Batı Anadolu’ya Persler egemen olduğunda Phaselis de bundan nasibini almıştır. Kent ilk sikkelerini M.Ö. V nci yy.da Pers standartlarına göre basmıştır. M.Ö. V.yy.a ait, bilinen en eski gümüş sikkelerinin üzerinde bir tarafında gemi diğer tarafında da bir yıldız bulunur. M.S. 3.yy. a kadar da sikke basımı devam eder. Büyük İskender’in Anadolu’ya gelişinde kent kapılarını ona açmıştır. İskender’in bu kentten nasıl faydalandığını Strabon şöyle anlatır: “... Bundan sonra, önemli üç limanlı bir kent olan Phaselis’e ve bir göle gelinir. Bunun yukarısında, bir dağ olan Solyma ve dağlar arasındaki uzun geçitlerin yanında kurulmuş Termessos uzanır. Bu uzun geçidin içinden Milyas’a dağı aşan bir boğaz vardır. Aleksandros (İskender) geçidi açmak istediği için Milyas’ı yakıp yıktı. Phaselis yakınında deniz kenarında dağlar boyunca Aleksandros’un ordusunu geçirdiği uzun geçitler bulunur...”

Burası limanları ile ünlü bir kent olup, bunların en büyüğü yarımadanın güney-batısındakidir ve bu limanın girişinde 200 m. uzunluğunda bir de mendirek vardır. Bugün bu mendireğin büyük bir bölümü sular altında kalmıştır. İkinci limanı tiyatronun kuzey-doğusundadır, bunun da bir mendireği vardır ve günümüze çok iyi bir durumda gelmiştir. Üçüncü liman kuzeydeki geniş kumsaldadır. Limanın güneyindeki rıhtımın kalıntıları göze çarparsa da buraya mendirek yapılmamıştır. Phaselis’i kuşatan surların kalıntıları yarımadanın güney-batısında görülmektedir. Bizans devrinde de onarılan surlar eski özelliklerini hemen hemen bütünüyle yitirmiştir. Phaselis’in devlet yönetim ve diğer önemli yapıları kuzey ve güneydeki limanları birbirine bağlayan ana caddenin her iki yanına sıralanmışlardır. Uzunluğu 125 m.,genişliği de 20-25 m. olan caddenin iki yanına üçer basamakla çıkılmaktadır. Ortasında bir de meydan oluşturan cadde düzgün taşlarla döşenmiş,altına da mükemmel bir kanalizasyon sistemi yapılmıştır. İmparator Hadrianus’un kapısının kalıntıları da caddenin batısında,cadde boyunca sıralanmış dükkânlar, onların arkasındaki karmaşık plânlı yapı ile hamam ve Gymnasium oldukça iyi durumdadır. Gymnasium’un arkasındaki spor eğitimi için yapılan odalar geç devirlerde yapılan eklerden ötürü özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Bununla beraber mozaik döşeli tabanı, iki kapı ile güneydeki soyunma ve soğukluk, ılıklık kısımlarına girilen bölümleri yine de iyi durumdadır. M.S. III.yy.da yapılmış Hamam’ın sonraki dönemlerde de kullanıldığı açıktır. Agora Hamam’ın güneyinde olup meydana büyük bir kapı ile açılır. İmparator Hadrianus döneminde (M.S.117-138) yapıldığından ötürü de Agora’ya İmparatorun ismi verilmiş olup caddeye bakan duvarlarına heykeller yerleştirilmiştir. Bunların arasında Lykia kentlerine yardım eden ve özellikle en büyük desteğini buraya veren Rhodiapolisli Opramoas ile Saxa Amyntianus’un heykellerinin farklı bir konumu olmuştur M.S.V-VI. yy.larda Hadrianus Agorası’nın kuzey-batısına, bugün yalnızca apsis’i görülen, dikdörtgen plânlı bir bazilika eklenmiştir. Phaselis ana caddesinin meydanla birleştiği yerin güneyine ikinci bir Agora daha eklenmiştir. Domitianus Agorası diye adlandırılan bu Agora da İmparator Domitianus’un (M.S.81-96) kente yaptığı yardımların bir nişanesidir. Geç dönem mimarisini yansıtan bu Agora caddeye iki kapı ile açılır. Kapılardan birisinin üzerinde, İmparator Domitianus’un yazıtı vardır. Avlulu büyük yapı kompleksi şeklindeki agoranın portiklerle çevrili bir iç avlusu vardır. Bunların arkasındaki dükkanlar günümüze oldukça iyi bir durumda gelebilmiştir. Tiyatro yarımadanın üzerindeki tepeciğin en üst noktasında olup batıya doğrudur. M.S. II.yy. tarihlenen tiyatronun, Hellenistik bir yapı üzerine kurulup kurulmadığını anlamak için elimizde yeterli bilgi ve belge yoktur. Yaklaşık 1500-2000 kişilik bir kapasiteye sahiptir. Hem kente hem de denize hakim olan tiyatroya ana caddeden taş merdivenlerle çıkılmaktadır. Giriş ve çıkışlar yan tarafta olup Cavea yarım daire şeklindedir ve dörder merdivenle beş bölüme ayrılmış 20 oturma sırası vardır. Scene’ye beş ayrı kapıdan girildiği kalıntılardan anlaşılmaktadır. İki kattan oluşan tiyatronun üst kısmı günümüze ulaşamamıştır. Phaselis Tiyatrosu’nun üzerindeki Akropol’de Athena Mabedi bulunuyordu. Ayrıca Herakles, Hestia ve Hermes’e adanmış tapınakların olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir. Kentin birkaç yerinde Nekropol varsa da bunlar büyük ölçüde defineciler tarafından tahrip edilmiştir. En iyi durumda olanı ise deniz kenarında, kuzey limanı tarafındakidir.
Çam ormanının içindeki bu muhteşem antik kenti gezip elimizdeki kaynaklardan da gerekli bilgiyi aldıktan sonra artık kongre süresince konaklayacağımız otele doğru yola çıkıyoruz.
Antalya’yı ve doğusunu başka bir yazıda ele almak dileğiyle.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

BODRUM - MUĞLA; TÜRKİYE

YOL HİKAYELERİ. 3
FARKLI BİR BODRUM ROTASI: KAPIKIRI-HERAKLİA, KIYIKIŞLACIK IASOS

Bungun bir nisan sabahı yola düşüyoruz. Rotamız Bodrum. 24. evlilik yıl dönümümüzü Bodrum’da geçireceğiz. Aydın otoyolunda ilkbaharın keyfini çıkararak, ovaları dağları seyrederek yavaş yavaş ilerliyoruz. Hava boz bulanık, sıcak ve aşırı derece nemli. Yapış yapış bir hava. Daha fazla dayanamayıp otomobilimizin klimalarını açıyoruz. Otoyoldan Söke-Bodrum ayrımından çıkıyor, Söke ovasını boydan boya kat edip Bafa gölünü çevreleyen Beşparmak dağlarına doğru tırmanıyoruz. Yol Bafa gölünün kıyısında kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Gölün suları da durgun, kımıltı yok, üzeride ince bir buhar tabakası kaplı. Gölü çevreleyen gümüşi zeytin ağaçlarından kuş sesleri yükseliyor.

İlkbahar ve doğa –tüm bungunluğuna, sıkıcılığına rağmen- tahrik ediyor ve ne zamandır yapmak istediğimiz ama hep ertelediğimiz bir şeyi yapmaya karar veriyoruz. Kapıkırı 9 km tabelasından sola dönüyor ve köy yoluna vuruyoruz. Diz boyu otla kaplı tarlalarda kuyruklarını savurarak otlayan ineklerin arasından Kapıkırı Köyüne varıyoruz. Göl ayaklarımızın altında. Çevremiz devasa kaya oluşumları ile kaplı. Köyün ortalarındaki Agora alanına giriyoruz. Daha önce tahminen okul olan bugün bir kısmı konut olarak kullanılıyor bir kısmı terkedilmiş yıkıntı halinde. Sepetlerindeki rengârenk oyalar ile çevrelenmiş çemberleri ve yazmaları satmaya çalışan köylü kadınlar karşılıyor bizi. Ayaküstü sohbet edip ürünlerini inceliyoruz. Gölü, önümüzdeki burunda inşa edilmiş görüntüsü göle yansıyan kaleyi fotoğraflıyoruz. Köyün girişinde gördüğümüz pansiyonda bir sabah çayı içmek çok iyi gelecek. Her yerde bir dinginlik ve huzur egemen. Pansiyonun çardağına oturuyoruz, çayımızı söylüyoruz. Pansiyon işletmecisi .. Bey güler yüzlü ve hoşsohbet. Biz aşağıdaki çayırlığa yayılmış makro çalışması yapan fotoğrafçı gurubunu izlerken O, bize Heraklia’yı anlatıyor.

“…Eteğinde Kapıkırı Köyünün kurulduğu LATMOS –Beşparmak- dağının mitolojik öyküsünü anlatıyor. Baştanrı Zeus’tan Latmos Dağının zirvesinde sonsuza dek kadar uyumayı dileyen ve dileği gerçekleşen yakışıklı çoban Endimion’un ve. Sonsuz uykusundaki Endimion’u görüp ona vurulan ve her gece gelip onunla sevişen Ay Tanrıçası Selene’nin öyküsü..
Heraklia bir dönemin en önemli limanı ve ticaret merkeziymiş. Ta ki Meandros (Büyük Menderes) Irmağının getirdiği alüvyonların Latmos Körfezinin ağzını kapatıp, denizle bağlantısını kesinceye kadar. Heraklia zamanla önemini yitirmiş ve terkedilmiş. Kent altın çağını Karia Kralı Mausolios döneminde M.Ö 4. yüzyılın ortalarında yaşamış. Terk edilen şehri Bizans döneminde daha çok din adamları tercih etmiş ve çevresine çok sayıda manastır ve kale inşa etmişler.”
Bize elindeki Almanca Latmos broşüründen Didim tapınağına götürülürken düşen, kırılan ve olduğu yerde terk edilen mermer sütun parçalarının fotoğraflarını gösteriyor.

Yolcu yolunda gerek diyerek, bu sessiz sakin huzur dolu köye bir hafta sonu konaklamaya gelmeyi planlayarak veda ediyoruz.
Bu kez biraz daha aceleci davranıyoruz. Bir an önce Gümüşlüğe varıp, sessiz sakin kıyıdaki restoranlarda balığımızı yemenin derdindeyiz. Saat öğleyi devirdi ve acıktık.
Gümüşlük en son dört yıl önce gördüğüme göre biraz daha büyümüş, o tarihte boş olan kıyıya yeni restoranlar yapılmış, salaş köy kahvesi yenilenmiş, biraz daha turistik olmuş. Restoranların cam buzdolaplarında çeşit çeşit mezeler, kalamarlar, ahtapot salataları tüm albenileriyle bize bakıyor. Deniz kıyısında bir masaya oturup siparişlerimizi bekliyoruz Beyaz şarabımızı da açıp bu huzur dolu, dingin kıyı restoranında lokmalarımızı bacaklarımızın arasında dolanan kedilerle paylaşarak evliliğimizin 24. yılını kutluyoruz. Nice mutlu ve sağlıklı yıllara..
Akşam saatlerinde Bodrum’a, otelimize giderken geçtiğimiz Dereköy’de sıra sıra asılmış su kabakları dikkatimizi çekiyor. Aracımızı park edip kabakların arasına dalıyoruz. Rengârenk, model model işlenmiş, her biri doğanın verdiği kendine özgü şekliyle arzı endam eden su kabaklarından fenerleri inceliyoruz. Karaburun İnecik’teki köy evimizin çardağına asmak için iki tane satın alıyoruz. Çok güzel bir evlilik yıldönümü armağanı oldu

Otelimize yerleşiyoruz. O kadar çok yemişiz ki tekrar akşam yemeği yememeğe karar veriyoruz. Bodrum Marinaya inip, muhteşem bir havada yürüyoruz. Bodrum sezona hazırlanıyor. Çok değil bir ay sonra şimdi salına salına yürüdüğümüz bu kaldırımlarda omuz omuza, çarpa çarpa yürüyeceğiz.

Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra Gümbet’te bir tıp merkezi işleten sevgili Dr. Suat Güllüoğluna uğrayıp hem hasret gideriyoruz hem de yola düşmeden bir sabah kahvesi içiyoruz.
Dönüşte de farklı bir rota izlemeye karar veriyoruz ve havaalanını geçtikten sonra kahverengi Iasos tabelasından sol dönüyoruz. Hava yine boz bulanık ve yapış yapış sıcak. Yol oldukça kötü. Bir çatalda yolumuzu kaybediyoruz ve yol üzerindeki bir işletmenin bekçisine soruyoruz. Tabela, bilgi levhası hak getire. Toz toprak içinde, çukurlara düşmemek için küçük slalomlar ve büyük slalomlar yaparak ilerliyoruz. Sonunda kıyıkışlacığa varıyoruz. Kalenin altında, küçük koyun bittiği alana aracımızı park edip kaleye yöneliyoruz. Kaleye nasıl çıkacağımıza dair bir iz yok yine, girişte ahşap bir bekçi kulübesi var ama içinde kimse yok. El yordamı ve yön duygumuza güvenerek yolu bulmaya çalışıyoruz. Her yan öbek öbek sığır dışkısı dolu. Bir yandan bu dışkıdan mayınlara basmamaya bir yandan yolumuzu bulmaya çalışarak, bir yandan da başımıza üşüşen sinekleri kovarak tırmanıyoruz. Kalenin kapısından geçip, surları izleyerek buruna doğru yürüyoruz. Sol tarafımızda Güllük Körfezi. Önümüzde uzanan deniz kımıltısızca uzanıyor. Nemli sıcak ile tırmanışın eforu birleşince ter içinde kalıyoruz. Çıktığımız patikadan inerek aracımıza ulaşıyoruz. Terli çamaşırlarımızı değiştiriyoruz. Şimdi buz gibi bir biranın zamanı. Sevgili Suat’ın tarif ettiği kalamarıyla meşhur CEYAR’ın yerini buluyoruz.. Sabah kahvaltısını hem geç hem de iyi yaptığımızdan henüz acıkmadık ama duble bir kalamar söylüyoruz biranın yanına. Kıpırtısız, dingin denizin kıyısında yorgunluğumuzu atıyoruz.
Bira – kalamar keyfinin ardından, Ceyar’a yolu sorup yolumuza devam ediyoruz. Didim Akyaka üzerinden Söke’ye çıkıp, oradan Otoyola giriyoruz. Farklı bir rota yapmanın ve yeni yerler görmenin keyfi, sarı sıcağın ve kötü yolların yorgunluğu ile İzmir’e dönüyoruz.

KIYI KIYI ANTALYA'DAN FETHİYE'YE

YOL HİKÂYELERİ. 2
KIYI KIYI ANTALYA'DAN FETHİYE'YE

İzmir’de işyeri hekimliğini yaptığım bir hazır beton firmasının Antalya tesisideki işçilerin işe giriş ve periyodik muayenelerini yapmak için görevlendiriliyorum. Aslında görev alanımda olmayan bu tesise gitmeyi angarya olarak görmek yerine çok sevdiğim Antalya’ya gitmek için bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Uçakla gitmek yerine ailemle ve özel aracımla gitmek isteğimi belirtiyorum, kabul ediyorlar.

Antalya’nın Konyaaltı mevkiinde bir otele yerleşiyoruz. Ben işyerinde muayenelerimi yaparken eşim ve çocuklarda günlerini Konyaaltı plajı ve otelde değerlendiriyorlar. Akşamları da Antalya merkeze inip Şarampol de ya da Kale içinde dolaşıyoruz. Üçüncü gün işimi tamamlıyorum. Sabah erkenden, kahvaltı sonrası yola çıkıyoruz. Klasik Antalya – İzmir güzergahının yerine daha uzun ve zorlu ama bir okadasr da çekici bir güzergahı seçiyoruz. Kıyı kıyı gideceğiz, karanlığın çöktğü yerde konaklayacağız. İlk rotamız PHASELIS

Phaselis, Antalya-Finike sahil yolunun 35. km'sinde karşımıza çıkıyor. Artık kahverengi olan, Sarı bilgi levhasını görünce sağdaki cebe girip yolun karşısına geçiyoruz. Çam ağaçları arasında kıvrılarak inen asfaltta yaklaşık bir kilometre ilerlediğimizde Phaselis’e ulaşıyoruz. Aracımızı parkedip ana caddesinde ilerliyoruz
Elimizdeki notlara göre Antik kaynaklarda Phaselis'in M.Ö. 690 yılında Rodoslu kolonistlerce kurulduğu yazılmakta. Pers standardına göre basılmış sikkeleri M.Ö. 446'dan önceye aittir. M.Ö. 5. yüzyıl ortasında Attik-Delos Deniz Birliğine giren Phaselis'in Lykia'lılardan ayrı olarak vergi listelerinde geçirmesi dikkat çekicidir. M.Ö. 333'de kapılarını İskender'e açan şehir sırasıyla Ptolemaioslar'ın, Rodos'un egemenliğine girmiştir. M.Ö. 1. yüzyılda bir süre Kilikia korsanlarının eline geçmiş, Romalı kumandan Manilius Servilius Isauricus’un seferi sırasında korsan işgalinden kurtulmuştur. Phaselis, M.S. 3. yüzyılda tekrar karışıklık ve yağmaya uğramıştır. Arap akınları yüzünden önemini yitiren şehir 1158’de Türk egemenliğine girmiştir.
Üç limana sahip olan Phaselis'te toprak üstünde görülen kalıntıların hepsi Roma dönemine aittir. Kuzey, güney ve askeri limanların kalıntıları, agora, domination agorası, geç devir agorası, ana cadde, Hadrian kapısı, tiyatro, surlar, nekropol, aquadukt, tapınak kalıntıları görülebilen kalıntılardandır.
Ana caddenin sonunda Phaseli’in üç limanından birine ulaşıyoruz. Gezi tekneleri limana demirlemiş sükun içinde bir haziran sabahını yaşıyorlar, Yeşil ve mavinin kucaklaştığı bu limanda.
Tekrar yola düşüyoruz. Bir sonraki durağımız Olimpo – Çıralı olacak. Solumuzda çam ağaçlarının arasından uzanan Akdeniz, sağ tarafımızda zaman zaman yalçın kayalıklara dönen çam ormanlarının eşliğinde yavaş yavaş acele etmeden doğanın tadını çıkartarak ilerliyoruz. Bir rampanın ucunda görüyoruz sola yön veren ÇIRALI levhasını. Dar ve bozuk yoldan sallanıyoruz aşağıya. Karşımızda Akdeniz. Yaklaşık 8 kilometre sonra ÇIRALI Köyüne varıyoruz. Toprak yolda evlerin ve birkaç pansiyonun arasından geçip çam ağaçlarının oluşturduğu bir piknik alanına geliyoruz. Aracımızdan inip Yanartaşın yolunu soruyoruz. Dar bir patikayı gösteriyorlar, vuruyoruz yola. Vakit; öğle vakti ,aylardan Haziran, yavaş yavaş Akdenizin nemli sıcağını hissetmeye başlıyoruz. Yukarıdan gelenlere soruyoruz “ Daha çok var mı? “ diye. Zaman geçtikçe tırmanış işkenceye dönüyor, yanımıza suda almamışız. Ama geri dönmek yok. Yaklaşık yarım saatlik bir tırmanıştan sonra ilk Yanartaş’a varıyoruz. Ama Yanartaş’tan önce bir çalılığın gölgesinde soğuk içecekler satan satıcının tezgâhına sığınıyoruz. Soğuk gazozlarımızı içip serinliyoruz, nefesleniyoruz.
Gün gözüyle Yanartaşın bir özelliği yok. Şişlerine sucuklarını geçirenler bu doğal ocakta sucuklarını pişiriyorlar. Esas Yanartaş’ın daha yukarıda olduğunu söylüyorlar, ama bir bu kadar daha tırmanmamız gerekiyormuş. İki çocukla bu sıcakta göze alamıyoruz, inişe geçiyoruz.
“OLİMPOS ÇIRALI
Antalya'nın güneyinde Phaselis'ten sonra ikinci önemli liman kentidir. Torosların batı uzantılarından biri olan Tahtalı Dağıdır. Şehir, Lykia Birliği üyesi olup, Lykia Birlik meclisinde üç oyla temsil edilmiştir. Kalıntılar Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine aittir. Olympos limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Şehirdeki korsan egemenliğine M.Ö. 78’de Romalı kumandan Servilius İsauricus burayı korsanlardan temizlemesine dek düşer. Roma egemenliğinin başlaması, yeni parlak bir dönemin başlangıcı olmuştur. Erken Hıristiyanlık döneminde önemini koruyan şehir, M.S. 3. yüzyıldan itibaren tekrar korsan hücumlarına uğrar. Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan şehir, 11. ve 12. yüzyılda Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticaret merkezi olmuş ancak bu faaliyet, 15. yüzyılda Osmanlı deniz üstünlüğü ile son bulmuştur. Olympos’un birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Yamaçtan çıkan bu doğal gaz nedeniyle burası “Yanartaş-Çıralı” olarak tanınır. Çıralı'nın Olimpos'la birlikte anılmasının nedenlerinden birisi kumsallarının birbirine yakın olması ise de, kanımızca asıl neden, Yunan Mitolojisine başlıbaşma bir efsane kazandıran Yanartaş'ın Çıralı'ya yakın olması ve Çıralı'nın adını Yanartaş'dan almasıdır. Yanartaş adı verilen, sürekli yanan doğal gaz çıkışları Çıralı'yı kuzeybatıdan çeviren ofiyolitik kayaçlar içerisinde yeralmaktadır. Yunan Mitolojisindeki antik dönemde Khimaira efsanesi burada geçmiştir. Azra Erhat'ın Mitoloji Sözlüğü'nde Khimaira bahsi şöyle anlatılır;"İkisi de yer altı yaratıkları olan Typhon'la Ekhidna'nın birleşmesinden Khimaira diye bir canavar doğar. Hesiodos onu şöyle anlatır (Theog. 318 vd.):Khimaira'yıdadoğurduEkhidna, söndürülmezateşiüfleyenKhimaira'yı,korkunçvebüyük,hızlıvegüçlü,biryerine,üçkafalıKhimaira'yı:Biriazgınbakışlıaslankafası,ötekikeçi,ötekiyılan,ejderhakafasıPegasoshakkındangeldibuKhimaira'nınkocayiğitBellerophontes'lebirlikte.Homeros, aşağı yukarı Hesiodos gibi tanımladığı Khimaira'yı Bellerophontes efsanesine bağlar. Homeros'la Hesiodos'ta sözü geçmeyen bir anlatıma göre, Bellerophontes Khimaira'ya saldırmak için Pegasos atına binmekle kalmamış, kargısının ucuna (ya da kullandığı oklara) kurşun koymuş, canavarın ağzından fışkıran ateşle eriyen kurşunlar etini dağlayıp yakmış, korkunç ejderha da böylece canvermiş.Khimaira'nın bulunduğu yer Lykia'da Olympos (bugün Çıralı) kentinin arkasındaki Yanartaş diye gösterilir. Burada İlk çağda olduğu gbi bugün de dağdan doğal gazlar fışkırır ve bunlar kendiliğinden ya da bir kibritle tutuşturulup hiç durmadan yanar. Öyle ki dağda yer yer yanan ateş denizden bile gözüküp gemicilere kılavuz olurmuş. ,Skylax'ıaçıklaması gerçeğe daha uygundur "Dionysias adası, Siderus limanı ve burnu; bunun üstünde, dağda Hephaistos mabedi ve topraktan kendiliğinden fışkıran büyük alev bulunmaktadır ki, hiçbir zaman sönmemektedir. Her iki yazar da doğal ateşin fışkırdığı yerde Hephaistos'a bir tapınak bulunduğunu söylemektedirler. Gerçekten de bugün orada yapı kalıntıları ve Hıristiyanlık çağına kadar uzanan bir tapınak yeri olduğunu gösteren yazıtlar bulunmaktadır."Görüldüğü gibi Yanartaş Khimaira efsanesinin yanısıra Belferophontes efsanesine de konuolmuştur.Yanartaş, Yanar Dere vadisinin güney yamacında,serpantinitler içerisinde üç ayrı lokalite'de çıkarak yanan doğal gaza yöre halkının verdiği isimdir. Gaz çıkış lokalitelerinden en çok ziyaret edileni Yanartaş 2 olarak gösterilendir. Birinci Yanartaş'ın kuşuçumu 525 m. Kuzey batısında, Çatal Tepe'nin doğusundaki belin hemen altında deniz seviyesinden 335 m. yükseklikte ikinci Yanartaş (birincisinden 155 m. daha yüksekte) mevkii yer alır. Burada yedişerlik iki sıra halinde 14 ocaktan doğal gaz çıkışı olmaktadır. Bu kesimin yaklaşık 30 m. aşağısında yan yana üç tane yanar durumda gaz çıkışı daha bulunmaktadır.İkinci Yanartaş Çıralı Havzası'nın doruk seviyesinde yer aldığı için bu noktadan gerek Çıralı Ovası gerekse Tahtalı Dağları panoramik bir şekilde görülebilmektedir. Bu nedenle çok iyi bir seyir yeridir. Ancak buraya Çıralı tarafından ulaşmak bir hayli zahmetlidir. Birinci Yanartaş'la, İkinci Yanartaş arasındaki sarp yamaç zonu nedeniyle yerli ve yabancı turistler genellikle Birinci Yanartaşı Çıralı tarafından gelerek ziyaret etmekte ve ikinci Yanartaş'a çıkmadan geri dönmektedir. İkinci Yanartaşı ziyaret edenler ise genellikle batıdaki, Ulupınar-Karadere vadi yamaçlarını izleyen patikayı kullanarak gelmektedir. Yanartaş'a gitmek isteyen turistler Olimpos ya da Çıralı'dan minibüslerle Çıralı Ovası'nın batısını takip eden yoldan Yanar Bağazı denilen yere gelmekte buradan itibaren yayan olarak yaklaşık 1400 m. uzunluğundaki bir patikada 140 metre tırmanarak (%10 eğim) Yanartaş'a ulaşmaktadırlar.”

Yanartaş’tan inip, bir dereden geçerek Olimpos Plajına ulaşıyoruz. Kendimizi Akdeniz’in mavi sularına bırakıyoruz. Biraz önceki tüm yorgunluğumuz gidiyor. Çocuklarla oynaşıp deniz keyfinin tadını çıkarıyoruz. Yolcu yolunda gerek diyerek, duş olmadığı için tuvalet bekçisinin gönlünü yapıp hortum suyunun altında duşumuzu alıp yola çıkıyoruz.
Saat 13.00 olmuş. Karnımız da acıkmaya başladı. Açlığımızı yatıştırmak için bir seyler atıştırıyoruz. Yemek için seçtiğimiz yer Üçağız’daki Onur Pansiyon. Sevgili arkadaşım Nedret’in uzun uzun hayranlıkla anlattığı, en kısa tatilde bile üşenmeyip İzmir’den kalkıp geldiği Üçağız.
Portakal diyarı Finike’de ve Noel Baba Aziz Nicholas’ın memleketi Demre / Kale de durmadan geçiyoruz.
“DEMRE Myra (Demre) her zaman Likya`nın en önemli şehirlerinden birisi olarak bilinir. En erken sikkeler M.Ö. 3.yy tarihlenir. Fakat şehrin en azından M.Ö. 5.yy da kurulduğu tahmin edilmektedir. Roma egemenliği döneminde Myra gelişmiş ve zenginleşmiş şehirliler sivil projelere cömertçe para yardımında bulunmuşlardır. Bizans döneminde Myra önemli bir idari ve dini bir merkez olmuştur. Piskoposluk merkezi de olan Myra`da St.Nicholaus IV.yy başında Piskopos olarak görev yapmış; halka kendini sevdirmiş, inancı uğruna çok acılar çekmiştir. Myra o zamandan sonra hep haç yollu yapılan bir yer olmuştur. Bu bakımdan Demre Hıristiyan Dünyasının her bakımdan ilgisini çekmiştir. Her yıl 6 Aralık`ta Noel Baba etkinliklerini yapmak geleneksel hale gelmiştir. Likya`nın en büyük tiyatrosundan kalanlar bugün ayaktadır ve bu aynı zamanda Likya`nın en iyi korunmuş tiyatrosudur. 29 oturma sırası ve 9-10 bin seyirci kapasiteli tiyatro tepeye yaslanmıştır. Bugün bile bazen festival ve oyunlar için kullanılmaktadır. Myra metropoli muhtelif tip Likya mezarlarını önemli örneklerini ihtiva etmektedir.. Başka önemli bir kalıntı St.Nicholaus kilisesidir. Kilise bugün 7 m. toprak seviyesinin altındadır. St.Nicholaus kemikleri kilise içindeki mermer bir mezarda bulunuyordu. Fakat bazı kemikler İtalyanlar tarafından çalınmış ve Bari`ye kaçırılmıştır. Bir Rus Prensi 1862 yılında Kiliseyi restore ettirmiş olup, St.Nicholaus Rusya`da çok kutsal sayılmaktadır. Bazı kemikleri bugün Antalya Müzesinde teşhir edilmektedir. St.Nicholaus çocukları, gemicilerin ve ağır işlerde çalışan işçilerin koruyucu azizidir. Bilindiği üzere de bütün Dünya çocuklarının Noel Babasıdır. „
Özellikle Finike Demre arasındaki yol denizle kaya duvarları arasına sıkılmış dar ve virajlı bir yol. Ağır ağır ilerliyoruz. Demre’den sonra yol düzeliyor. Üçağız tabelasından sola dönüp anayoldan ayrılıyoruz. Bozuk bir asfaltta ve çıplak, kayalık bir arazide yaklaşık on – oniki kilometre yol gittikten sonra Üçağız’a varıyoruz. Üçağız küçük, sakin bir köy. Dantel gibi işlenmiş kıyılardan Kekova’ya ve Kaleköy’e bakıyor. Onur Pansiyonun hemen denizin kıyısındaki masalarına oturuyoruz. Yiyeceklerimizi ve buz gibi biralarımızı söylüyoruz. Pansiyonun önündeki tahta iskelede denize doğru ileri geri yürüyerek otomobil kullanmanın ataletini üzerimden atmaya çalışıyorum. Hasana Nedretin selamını iletiyorum, Uzun yol kaptanı olan misafirleri ile sohbet ediyorum, Tekerlekli sandalye de oturan ve “Atatürk” adlı kitabı okuyan 60 yaşlarındaki turistin dün Trabzon’dan gelen bir Avustralyalı olduğunu hayretler içinde öğreniyorum. Burası gerçekten sevgili Nedretin anlattığı kadar güzel bir yer. Uygun bir zamanda gelip kalmalı. Ama şimdi yola düşmeli. Akşam sanırım Kaş’ta konaklamamız gerekecek.
KAŞ
“Teke Yarımadası üzerinde yer alan Kaş, Likya Medeniyeti’nin en önemli kentlerinden biridir. Arkeolojik çalışmalar M.Ö. 6 bin yıllarında da burada yerleşim olduğunu göstermekte ve kentin en eski adının Habesos olduğu bilinmektedir. Tarihte Antiphellos olarak anılan kent, Büyük İskender’in Anadolu seferi sırasında Makedonya topraklarına katılmıştır. Daha sonra Seleukos’lara, Ptolemaios’lara ve Romalılara geçen şehir Bizans döneminde psikoposluk merkezi olmuştur. Kent, Anadolu Selçuklu döneminde Andifli adını almıştır. Son olarak, Yıldırım Bayezid, şehri Tekelioğulları Beyliği’nden alarak Osmanlı İmparatorluğu’na dahil etmiştir.

M.Ö. IV. yy.'da Antiphellos çok küçük bir yerleşim yeri olup biraz yukarısında bulunan Phellos'un limanı idi. Ancak Hellenistik döneme girilirken Phellos gerilemiş, Antipellos ise gelişerek daha ön plana çıkmıştır. Bu durum Roma döneminde de devam etmiş, şehir bölge ormanlarından elde edilen sedir ağacı ticareti ve süngercilik sayesinde gelişerek Phellos'un limanı durumundan çıkmış ve kendine yeten zengin bir şehir durumuna gelmiştir.

Antik kentin doğu ve kuzeyinde yer alan dağlarda ionik tarzda yapılmış, üzerinde Likya yazıları olan pek çok kaya mezarı bulunmaktadır. Halk arasında Kral Mezarı olarak bilinen Uzun Çarşı’daki Likya yazıtlı Anıt Mezar ( M.Ö 4.yy) günümüze ulaşan en güzel ve görkemli lahitlerden biridir.
Bölgede yer alan önemli eserlerden biri de Kaş Antik Tiyatrosu’dur (M.Ö.1.yy). 4000 kişilik kapasitesi olan ve 26 basamaktan oluşan tiyatro M.S. 2. yy da onarım görmüştür. Sahnesi olmayan tiyatronun en önemli özelliği Anadolu denize cephesi açık olan bir tiyatro olmasıdır.
Tiyatronun kuzeydoğusunda Akdam olarak adlandırılan M.Ö. IVyy ‘a ait dor tipinde ev tipi bir mezar vardır. Doğal kaya kesilerek yapılmış olan mezar 3.5 m yüksekliğindedir ve üstünde el ele tutuşup dans eden 24 tane kız figürü bulunmaktadır.
Hastane Caddesi’nde, temel taşları Roma döneminden kalma, dış yüzü kesme taş kullanılarak yapılmış tapınak bulunmaktadır. “

Denize inen ana cadde üzerinde temiz bir pansiyona yerleşiyoruz. Duşumuzu alıp akşam yemeği için dışarı çıkmadan biraz dinleniyoruz.

Yanartaş’ın tırmanma yorgunluğu, Olimpos denizinin yorgunluğu, yol yorgunluğu ve temiz havanın etkisi ile deliksiz bir uyku uyuyoruz. Sabah dinlenmiş olarak uyandığımızda pansiyonumuzu terasına çıkıyoruz. Sabah kahvaltımızı dingin bir Kaş sabahında Akdenize karşı yapıyoruz. Bu arada pansiyon sahibi ile yaptığımız kısa sohbet sonucu yola çıkmaktan vazgeçip bir gece daha Kaş’ta kalmaya karar veriyoruz. Kahvaltıdan sonra limana inip saat 10.00 da kalkan günlük tekne turlarına katılacağız. Kekova’ya kadar olan kıyıyı denizden keşfedeceğiz

Teknede yerimi aldıktan sonra mavi sulara açılıyoruz. Kıyıda sur kalıntıları olan antik bir kentin açıklarında yüzme molası veriyoruz. Yarım saatlik molanın ardından mavi sularda ilerliyoruz. İkinci molamız Tersane adasında. Daha sonra Kekova’nın dantel gibi işlenmiş, labirenti andıran sularında seyrediyoruz. Batık kentin içindeyiz artık. Turkuaz renkli sulara inen merdivenleri, ev ve şehir duvarı kalıntılarını ilgiyle izliyoruz. O dönemde altı cam olan gezi tekneleri henüz yoktu. Simena ( Kaleköy) ‘nın limanına demirliyoruz. Kıyıda hediyelik eşya satmaya çalışan köylü çocukları ve bir iki salaş kafeterya karşılıyor. Hava çok sıcak. Teknedeki Labrador cinsi köpeğin dili bir karış dışarıda soluyor. Kimse kaleye çıkmaya cesaret edemedi. Ama ben çıkmalıydım. Zorlu bir tırmanıştan sonra kaleye vardım. Gördüğüm manzara müthişti. Gerçekten o zorluğu çekmeye değermiş. Türkuaz ve lacivert sularda demirlemiş gezi tekneleri, kıyıda suyun içinde Lahit mezarlar, karşıda batık kent, doya doya seyrediyorum.

Tekrar teknedeyiz ve dönüş yoluna çıkıyoruz. Lacivert-Turkuaz denizi yara yara ilerliyoruz. Kulaklarımızda rüzgârın fısıltısı, damağımızda akşam çayının tadı. Saat 18.00 de Kaş Limanına iniyoruz. Pansiyonumuzda duşumuzu alıp hem Kaş’ı dolaşmak hem de akşam yemeği için Kaş’ın sokaklarına dalıyoruz.

Sabah kahvaltı sonrası yola düşüyoruz. Bugünkü rotamız Kaputaş Plajı, Kalkan, Patara ve Fethiye… Denizi solumuza alıp yola devam ediyoruz. Atlas Dergisinde fotoğrafını görüp hayran olduğum Kaputaş Plajını keşfedeceğiz. Bir süre ilerledikten sonra bir virajda karşımıza kaya duvarında derin bir yarık çıkıyor. Oldukça dar ve derin bir kanyon ağzındayız. Sol tarafımızda yaklaşık 10 metre aşağıda yeşilde türkuaza, türkuazdan laciverde dönen bir plaj uzanıyor. Aracımızı yolun kenarındaki park yerine çekip araçtan iniyoruz. Kanyonu geçen köprünün üzerinde bir tabelada bu köprünün inşası sırasında kazada ölen karayolları işçilerinin isimlerini okuyoruz. Biri henüz 17 yaşındaymış. İçimiz sızlıyor. Merdivenlerden plaja iniyoruz. Küçük çakıl taşlarından oluşan plajın denizle birleştiği yerde yüzlerce kılıç balığı – ya da zargana – yavrusu kıyıya vurmuş. Sizi içine çeken ve aniden derinleşen bir deniz. Yüzmeyi iyi bilmeyenler için tehlikeli olabilecek bir plaj. Zaten Jandarma sürekli bekliyor ve biraz rüzgârlı havada girmenize izin vermiyor. Biz oradayken hava ve deniz sakindi. Bu güzel plaja girmeden dönmüyoruz.

Plajda hiçbir tesis yok tabi duşta. Aracımızı bagajındaki su bidonundan sırayla elimizi yüzümüzü yıkayıp tuzumuzdan temizleniyoruz. Saat öğleye doğru ilerliyor ve sıcakta kendini hissettirmeye başladı. Yola devam edip Kalkan’a doğru ilerliyoruz. Kalkanın girişinde denizi çok yükseklerden gören kartal yuzası gibi konuşlanmış bir tesis karşılıyor bizi. Gerçekten müthiş bir manzaraya sahip Sola dönüp Kalkan’ın merkezine iniyoruz. Hediyelik eşya dükkânlarının bulunduğu dar Kalkan sokaklarında kimseler yok. Limanı karşıdan gören bir kafeteryaya oturup öğle yemeğimizi alıyoruz. Yemekten sonra Türk kahvemizi içip biraz keyif yapıyoruz.
Su ve içecek takviyemizi yapıp tekrar yola düşüyoruz. Rotamız kumsalı ve plajı ile ünlü Patara. Kalkan’dan çıktıktan 10 km sonra Patara yol ayrımından sola dönüyoruz. Yaklaşık 6 km sonra antik kent ve Gelemiş köyü sizi karşılıyor. Gelemiş köyünün çıkışında Üç kemerli giriş kapısından geçiyoruz. Sağlı sollu Nekropol uzanıyor. 7 km sonrada sahile ulaşıyoruz. 15 km uzunluğunda, ince kumlardan oluşan, caretta’ların yumurta bıraktığı bu plaj koruma altında. Kumul hareketlerini önlemek için kumulkıranlar yapılmış. . Kum taşınmasını önlemek amacıyla geliştirilen bir proje dâhilinde iklime uygun dikilen akasya ve bitki türleri bölgeye ayrı bir güzellik katarken; koyu pembe çiçekli zakkumlar ve çam ağaçlarıyla bütünlük sağlıyor.
Çöl benzeri plajdan denize çıplak ayakla ulaşmak, hele saat 15.00 te bu işi başarmaya kalkmak mümkün değil.

Anadolu uygarlıklarından Likya'nın önemli limanlarından biri olan Patara, doğanın cömert davrandığı bir bölgede yer alıyor. Çölü anımsatan kumları, tertemiz denizi ve çam ormanlarıyla ünlü yöre, bünyesinde birçok sürpriz saklıyor Tiyatro, su kemerleri, anıt mezarlar, lahitler ve kilise, arkeolojik çalışmalar sonucunda gün ışığına çıkarılanlardan. Fakat kentin büyük bir bölümü, rüzgârlarla bir yerden bir yere taşınan kumlar altında saklı
Lykia birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisi. Lykia birliği toplantılarının çoğunlukla Patara’da yapıldığı yazılıyor tarih kitaplarında. Lykia dilinde Patara olarak anılan kentin M.Ö. 5. yüzyılda var olduğu ve İskender’in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Bir inanışa göre Patara’yı su perisi Lykia ile tanrı Apollon’un oğlu Patarus kurmuş. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımış. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, Hıristiyanlarca da önemli sayılmış.

"LIKYA DEMOKRATIK PARLAMENTO BINASI"
“Patara’ da bulunan meclis binası, önümüzdeki yillar içinde köyün kaderini değiştirecek niteliktedir. “Eger mükemmel bir konfederasyon cumhuriyet örnegi vermem gerekirse Likya’yı gösteririm”. Montesquieu, De L’Esprit des Lois (1748) Bu saptama, ABD’nin 1787 yilinda kabul edilen Birlesik Devletler Anayasasi’nin biçimlendirilişinde etkili olmuştur.1776 tarihli tutanakların 1081. yaprağında bu olgu, “Montesquieu’ye göre Likya Konfederasyonu ” olarak öne çikarilir. Önümüzdeki yıllarda Amerikan Anayasasının kutlamalarının Patara meclis binasında yapılması için çalışmalar başlatılmıştır.”
Not: Günümüzde Meclis Başkanı Köksal TOPTAN tarafından 2010 yılında düzenlenecek etkinlik için çalışmalar devam etmekte.
Patara plajını ve denizini de deneyimledikten sonra plajın girişindeki salaş kafeteryada soğuk meşrubat içerek susuzluğumuzu gideriyoruz. Artık hedefimiz Fethiye. Çalış’ta bir ailenin işlettiği bahçe içinde temiz bir pansiyona yerleşiyoruz. Akşam yemeği öncesi Fethiye merkeze inip dolaşıyoruz. İki günümüzü Fethiye’de geçirmeye karar veriyoruz.
Fethiye ve çevresi çok zengin bir gezilecek, görülecek yere sahip. Bu günkü programımıza, 51 km mesafedeki Saklıkenti alıyoruz. Saklıkent tabanında bvir derenin aktığı, kayalar içindeki bir kanyon. Belli bir mesafeye kadar kanyon içinde yürüyebiliyorsunuz. Bir süre sonra artık özel teçhizat ve beceri gerektiriyor. Biz de soğuk suyun içinden geçip gidebildiğimiz yere kadar gidiyoruz. Özellikle kışın suların çok olduğu dönemde kayalar hem yuvarlanmış hem de üzeri sanki cilalanmış gibi. Islak ayakla çok kaygan oluyor ve tehlike yaratıyor. Tekrar girişe dönüyoruz. Ağaçların gölgesinde kurulmuş yer sofrasında alabalığımızı yiyoruz. Kanyonun içi dışarıya göre oldukça serin.
Fethiye’de ikinci günümüzde bu kez rotamız aynı güzergâhtaki Kayaköy ve Ölüdeniz. Kahvaltıdan sonra öncelikle bir doğa harikası olan Ölüdeniz’e gidiyoruz. Türkiye’nin tanıtım afişlerinin ve kartpostalların vazgeçilmez görüntüsü olan Lagüne doğru gidiyoruz. Masmavi açık denizin aksine Lagünün suyu koyu yeşil. Kâh denize giriyoruz, kâh lagünde deniz bisikletiyle dolaşıyoruz, kâh çamların gölgesindeki şezlonglarda uzanıp Babadağ’dan süzülen rengârenk yamaç paraşütlerini seyrediyoruz.
Gün akşamüstüne dönüp, sıcak biraz azalınca Kaya Köy’e doğru yola çıkıyoruz. Kaya Köy oldukça büyük terkedilmiş bir Rum köyü. Bugün tam bir hayalet köy görünümünde. Köyün terk edilmiş sokaklarında dolanıyoruz. Evlerin çoğu ve kiliseler halen ayakta ve sağlam. Köyün girişindeki bir kilisenin demir parmaklıkları ardından içerdeki kemik yığınlarını seyrediyoruz. Bunlar nedir, nereden gelmiş bu kilisede toplanmıştır, bilmiyorum. Bugünlerde AB çerçevesinde bir projeyle bu köyü sanat ve kültür köyü şeklinde canlandırma çalışmaları yapılmakta.
Terkedilmişliğin ve yalnızlığın hüznünü yaşayan Kaya Köyden ayrılıp Fethiye’ye dönüyoruz. Akşam yemeğinden sonra Fethiye’nin gecesini de görüp erkenden yatacağız. Yarın artık İzmir’e dönüş günümüz.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

KARS'TAN MALATYA'YA

YOL HİKÂYELERİ–1
BİR KAMYONUN ŞOFÖR MAHALLİNDE KARS’TAN MALATYA’YA

1984 yılının Ağustos - Eylül döneminde Ankara Etimesğut’taki Yedek Subay Okulunu tamamladıktan sonra kuram 7. Ana Jet Üs Komutanlığı Malatya’ya çıktı. Ekim ayında önce Malatya’ya gidip birliğimi buldum, ardından bir gün içinde Malatya’da ev kiraladım ve aynı gün otobüsle Kars’a döndüm. Sağlık Ocağı lojmanımdaki üç beş parça eşyamı denk yapıp, Malatya’ya kamyon aramaya başladım. Eşyam değil bir kamyonu yarım kamyonu dolduracak kadar bile yoktu. Sonuçta Kars’taki dostlarımın yardımı ile Malatya’ya yük götürecek bir kamyonun kasasında yer bulduk. !0 ton fiğ ( bir çeşit hayvan yemi) yüklü kamyonun üstüne benim eşyalarımı da sardık düştük yola.

Önce Selim’in kıyısından geçtik. Demiryolunu takiben 55 km sonra ormanlar içindeki Sarıkamış’a ulaştık. Taş yapılı, galvaniz çatılı eski Rus binaları ile otantik görünümlü Sarıkamış merkezinden geçip modern askeri lojmanların bulunduğu bölümden Sarıkamış’ı terk ettik. Sağımız solumuz geniş çayırlıklar ve ormanlarla kaplı. Bu coğrafya Osmanlı Rus Savaşının yapıldığı bir coğrafya.

Ormanların arasındaki yolda ilerleyip bir çatala geldik: Karakurt. Buradan Güneye devam ederseniz Iğdır’a gidersiniz. Biz batıya döndük ve Erzurum istikametine yola devam ettik. Hava da artık karardı. Çevreyi pek göremiyoruz. Önce Horasını geçtik, ardından Köprüköy. Şimdi gecenin karanlığında göremesek bile burada beldeye ismini veren Çobandede Köprüsü var. 1297–1298 yıllarında İlhanlıların veziri Emir Çoban Salduztarafından yaptırılmıştır. Aras Nehri üzerinde 7 kemer gözlü(Zamanımıza 6 gözü ulaşabilmiştir) olarak inşaa ettirilenönemli bir köprüdür. Günümüzde kullanılmamaktadır.

Aras nehri kıyısında ilerliyoruz. Yolumuzun üzerinde Pasinler var. Bu yol özellikle kış sezonunda çevresindeki kavak ağaçları ile güzel kar manzaraları veriyor.

Erzurum şehir merkezini, Aşkale’yi geçiyoruz. Artık Erzincan sınırındayız. Bundan sonra yol Tercan, Mercan, Erzincan şeklinde bir tekerleme gibi gidiyor. Biz Tercan’dan sonra Mutu Köprüsünden Tunceli yönüne döneceğiz.

Gece saat 02.00. Köprüyü geçmeden köprünün karşısındaki tesiste mola veriyoruz. Bir şeyler yiyip çayımızı içiyoruz. Yol ve gece uzun. Yarım saat – kırk beş dakikalık molanın ardında “Ya Allah” deyip kamyona atlıyoruz. Fırat’ı besleyen en büyük kollarında Karasu üzerindeki köprüyü geçip yola vuruyoruz. Rampaya sarmadan şoförüm gökyüzünde parlayan yıldızı gösteriyor.

- Bak hocam, oraya çıkacağız, diyor.

Ve rampaya tırmanmaya başlıyoruz. Döne döne tırmanıyoruz. Üzerimizde 10 ton fiğ ve benim ev eşyaları. Yolun uçurum kısmı benim tarafıma geldiğinde dolunayın ışığı altında gümüş bir şerit gibi parlayan akarsuyu görüyorum. Her virajdan sonra gümüş şerit biraz daha inceliyor.

“O” yıldıza vardığımızda yani zirveye vardığımızda moladan bu yana iki buçuk saat geçmiş. Karayolları şantiye binasını geçince inişe geçiyoruz. Yolda bizden başka kimseler yok. Tamamen vahşi coğrafyada doğayla baş başayız. Ara sıra kamyonumuzun far ışığından tilkiler kaçışıyor. Pülümür’e doğru inerken artık hava yavaş yavaş ağarıyor. Sayısız irili ufaklı tünellerden geçiyoruz.. Sağ yanımda Munzur Çayı çavlanlar yaparak akıyor. Bir ara şoförün uyukladığını fark ediyorum. Yol kenarında bir çeşmede durdurup, yüzüme yıkama bahanesiyle kamyondan iniyoruz. Buz gibi dağ suyunu yüzümüze çarpıp uykumuzu açıyoruz. Havada hem sabahın erken saati olmasından hem de yükseklikten dolayı buz gibi.. Tekrar yola düşüyoruz. Nazimiye sapağını solumuzda bırakıp Munzur Çayı ile birlikte Tunceli’ye doğru akıyoruz.

Yolun artık düzlüğe indiği bir yerde kavaklar altındaki bir dinlenme tesisinde mola veriyoruz. Güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Özellikle otobüs ve kamyon şoförleri yollardaki en güzel yemek noktalarını biliyorlar. Hava çok güzel, doğa çok güzel ama daha yolumuz uzun. Bir süre sonra yolun sağındaki köprüden Tunceli yolu ayrılıyor. Tunceli’yi uzaktan görüyoruz. Hedefimizde Elazığ var. Artık düz bir bölgedeyiz. Bitlis yol ayrımından sonra uzaklarda Keban baraj gölü gözüküyor. Bir müddet sonra yol göl kenarına iniyor. Kah göl kenarına yaklaşarak kah uzaklaşarak düz ovada ilerliyoruz. Ara ara üzüm bağları gözümüze çarpıyor. Güzel bir dinlenme yerinde çay molası veriyoruz. Göle karşı çayımızı yudumluyoruz. Tesis sahibine bağları soruyorum, bu bölgenin üzümünün meşhur olduğunu söylüyor. Şarap yapımında kullanılıyormuş.

Elazığ’dan geçip Malatya yönüne devam ediyoruz. Vakit öğleni geçti. Coğrafya kıraçlaştı. Bir tepeyi aştığımızda Kömürhan Köprüsü karşımıza çıktı. Tek kemerli, daracık bir köprü. Bizim kamyon sığacak mı acaba? Bizim yükümüzü taşıyabilecek mi? Köprü o kadar dar ki iki araç yan yana geçemiyor. Allahtan yoğun bir trafik yok. Kamyonumuzla köprüye giriyoruz. Ağır ağır ilerlerken köprünün sallandığını hissedebiliyorum. Tam köprünün ortalarında, ben altımızda –yaklaşık 50 60 metre altımızda- deli gibi akan kahverengi çamur rengindeki Fırat’ı seyrederken şoförüm;

- Biliyor musun hocam, diyor. Tam buradan buzdolabı yüklü bir kamyon uçmuş, ne kamyonu ne de buzdolaplarından birini bulamamışlar.

Bin bir dua ile geçtiğim bu köprü artık Atatürk Barajının suları altında. Yerine daha yüksek, daha sağlam ve daha geniş bir köprü yapıldı.

Köprüden sonra artık yaklaşık bir saatlik yolumuz kaldı. Akşamüstü saatlerinde Malatya’ya varıyoruz. Eşyalarımı eve indirip yol arkadaşlığı yaptığım şoförümle vedalaşıyorum. Akşam 21.00 otobüsü ile yine yollardayım. Bu kez rotam İzmir.

Yazı: Dr.M.Cengiz TÜMER
Fotoğraflar: İnternet ortamı

AMASYA; TÜRKİYE

AMASYA

Tepecik Gezi Topluluğu olarak yaptığımız ikinci uzun soluklu gezi. Doğu Karadeniz gezimizin ikinci günü, Ankarada ayrıldktan sonra Çorum’da mola veriyoruz. Leblebisi ile meşhur Çorumu ksaca bir çay içimi gördükten sonra yola devam ediyoruz. Hedefimiz şehzadeler kenti Amasya’ya ulaşmak, öğle yemeğimizi Amasya’da yemek ve Amasya’yı kısaca gezmek.

Çorumdan çıktıktan sonra ıvrıla kıvrıla kıp giden yolun sağında yalçın dağarın ve kayalıkların yükselmesi Amasya’ya yaklaştığımızın habercisi. Rehberimiz yalçın kayalara oyulmuş su kanallarını gösteriyor. Ferhat’ın Şirin’in aşkı uğruna kayaları delerek açtığı kanallar bunlar. Efsaneyi sanırım herkes biliyordur. Ama ben kısaca bir hatırlatayım.

“…Efsaneye göre Ferhat, Persler döneminde yaşamış ünlü bir nakkaşmış. Sultan Mehmene Banu'nun, kız kardeşi Şirin için yaptırdığı köşkün süslemelerini yaparken Şirin'i görmüş ve sevdalanmış. Ferhat, Sultan'a haber salarak Şirin'i istetmiş. Sultan, kız kardeşini vermek istememiş. Ferhat'ı oyalamak için Elma Dağı'nı delip şehre su getirmesini şart koşmuş. Ferhat, sevdanın verdiği aşkla dağları delmeye başlamış. Mehmene Banu, dağı delip suyun akacağı kanalı tamamlamak üzere olan Ferhat'ın yanına yaşlı dadısını göndererek Şirin'in öldüğü haberini ulaştırmış. Ferhat, bu acı haber üzerine, elinde tuttuğu külüngü havaya atmış, düşen külünk Ferhat'ın başına isabet etmiş ve Ferhat orada ölmüş. Ferhat'ın acı haberini alan Şirin, korku ve heyecanla olayın geçtiği kayalığa gelmiş. Ferhat'ın öldüğünü görünce bu acıya dayanamamış ve kayalıklardan aşağı yuvarlanarak can vermiş. Her iki sevgili, can verdikleri kayalıklarda yan yana gömülmüş. “

Bu hüzünlü öyküye eşlik etmek ister gibi inceden bir yağmur başlıyor. Amasya bizi gözü yaşlı karşılıyor.

Sarp kayalık yamaçların arasından boz bulanık akan Yeşilırmak’ın kıyısına kurulmuş Amasya. Tarih boyunca önemli bir geçit noktası olmuş. Çok çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış. Ve kentte tüm bunların izini görmek mümkün.

Kalkolitik Çağ'dan itibaren Tunç Çağı,Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 12 aynı medeniyete ait Arkeolojik, Etnoğrafik, Sikke, mühür, El Yazması ve Mumyalar olmak üzere bugün itibari ile 23.476 eseri ile Hazeranlar Konağı ve Kral Kaya Mezarları Örenyeri ile birlikte üç birim halinde bölgenin en modern müzesinde görebilirsiniz.
Müze bahçesi içerisinde yer alan Selçuklu Sultanı I.Mesud ‘a ait türbede mumyalar teşhir edilmektedir.
Müzede sekiz adet mumya bulunmaktadır. İşbuğa Nuyin, Cumudar İzzettin Mehmet Pervane Bey, Cariyesi,kız ve erkek çocuklarına ait oldukları sanılmaktadır. 14.yy. İlhanlı'ların Anadolu’daki hakimiyetleri döneminde nazırlık ve emirlik yapmış şahsiyetlere aittir.
Osmanlılar Devri'nde Amasya, 15. yüzyılın ilk yarısından itibaren şehzadelerin görev yaptığı bir sancak ve aynı zamanda Eyalet-i Rum’un da merkezi konumundadır.
Kurtuluş Savaşında da önemli rol oynamıştır Amasya. Mustafa Kemal Paşa, padişah ve hükümetiyle bir kurtuluş mücadelesi verilemeyeceğini, kurtuluşun bir halk hareketiyle gerçekleşebileceğine inandığından Anadolu Halkı ile buluşmak, Kuva-i Milliye güçlerini birleştirmek üzere Dokuzuncu Ordu Müfettişi görevi altında 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılıp, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, 25 Mayıs 1919’da Amasya Sancağı'na bağlı Havza Kasabası’na gelmiştir. Amasyalılar, 12 Haziran 1919’da Culus Tepe’de konuğunu karşılamış ve bağrına basmıştır. 21 Haziran da toplanan kurultay 22 Haziran da aldığı önemli kararları Amasya Genelgesi ile yayınlayarak bağımsızlık savaşında ilk adımı atmıştır.

Areoloji müzesinin çok kapsamlı olması, zamanımızın sınırlı olması ve açlık nedeniyle sadece Mumyalar Müzesini gezebiliyoruz.

Öğle yemeğimizi Yeşilırmak’ın kenarındaki bir restoranda yedikten sonra hala inceden inceden devam eden yağmurun altında Yeşilırmak’ın kıyısında ilerliyoruz. Kayalara oyulmuş kaya mezarları karşımızda. Yeşilırmak’ın kıyısına dizilmiş, kimisi restore edilmiş kimisi harap Amasya Yalı Konaklarını fotoğraflıyoruz. Köprüden karşı kıyıya geçip bugün Etnoğrafya Müzesi olarak düzenlenmiş Hazeranlar Konağını geziyoruz.

Yağmur nedeniyle kayganlaşan yol ve zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle kent merkezindeki meydana geri dönüyoruz.

Bu güzel şehre tekrar gelip detaylı gezmeyi planlayarak bir çay molasının ardından ayrılıyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER
Amasya Valiliği Resmi İnternet sitesi

DOĞU KARADENİZ; TÜRKİYE

KOYU YEŞİL, KARADENİZ.

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde altı aylık kurs süresince birlikte olduğumuz, dost canlısı sevgili Dr. Yavuz AKALTUN’un üç yıl süren ısrarlı davetlerine daha fazla mazeret uyduramadığımız için bir haziran ayında Karadeniz yollarına düştük.

Uçağımız İstanbul’dan yaklaşık bir saat onbeş dakikalık bir uçuştan sonra sabah dokuz sularında Trabzon’a indi. Valizlerimizi alıp, bizi Artvin Şavşat’a götürecek otobüs için otogara hareket ettik. Otobüsümüz daha doğrusu midibüsümüz dolunca yola koyulduk. Ama bu kadar uzun ve yorucu bir yolculuk olacağını hiç tahmin etmemiştik. Yer yer maviyle yeşilin kucaklaştığı dar, eski yolda, yer yer mavi ile yeşilin arasına bir karakedi gibi giren Karadeniz sahil yolunda yolculuk yapıyorduk. Yemyeşil tepelere tek tek dağılmış Karadeniz evleri ve camilerini keyifle seyrederek, zaman zaman da zevksiz, ucuz müteahhit işi, yarım bırakılmış, boyasız, sıvasız apartmanlardan oluşan beldeleri üzüntüyle izliyorduk.
Hopa’da denizden ayrılıp yolumuzu dağlara yeşile vurduk. Borçka’dan sonra inşaatı devam eden Muratlı-Borçka barajı yüzünden kah tepelere tırmanarak kah derenin kıyısına inerek kah kapatılan yol yüzünden bekleyerek kah sarsıla sarsıla yolumuza devam ettik ve Artvin Köprübaşına ulaştık. Burada araç değiştirip yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Şavşat’a ulaştık. Burada sevgili Yavuz ve hemşerilerinin inanılmaz misafirperverliği ile harika bir üç gün geçirdik, yaylalar ve karagölü hafızalarımıza yerleştirdik. Bunlar ayrı bir yazı konusu olduğu için şimdilik geçiyorum.
Dönüşte Trabzon’da konaklıyoruz. Trabzon’u üs tutup buradan Rize, Gümüşhane ve yaylara gideceğiz. Şavşat yolculuğundan aldığımız dersle bu kez Trabzon’dan bir minibüs kiralıyoruz.
İlk hedefimiz Rize ve Ayder.
Daha önceki Karadeniz gezimde gördüğüm, Ordu ve Giresun kıyılarındaki fındık bahçelerinin yerini çay bahçeleri alıyor. Hem ana yol üzerindeki alanlar hem de yamaçlar kademe kademe işlenmiş ve çay bahçelerine çevrilmiş. En ufak boş bir toprak parçası görmek mümkün değil.
Aracımızı durdurup fotoğraf alıyoruz. Tekrar yola koyulduğumuzda önümüze Ardeşen çıkıyor. El yapımı silahlarıyla ünlü bu ilçemiz geçen yıllarda bunu sanaiye dönüştürmüş ve bir silah fabrikası kurmuş. Ardeşen’den tekrar yeşile vuruyoruz, Çamlıhemşin’i geçtikten sonra hedefimiz AYDER YAYLASI. Yemyeşil dik yamaçların arasında kıvrılarak ilerliyoruz, her iki yanımız çay, mısır ve fasülye bahçeleri, tek tek serpiştirilmiş gerçek Karadeniz evleri ve camiler arasında başlangıcını görüpte vardığı yeri göremediğimiz ilkel teleferikler, bazen sağımızda bazen solumuza geçen çılgın akışlı dereler ve bunların üzerinde kah asma köprüler kah taştan kemerli köprüler, dimdik yamaçlardan çağlayarak akan şelaleler… Anlatılması çok zor, gerçekten görülmesi ve yaşanması gereken bir doğa içinde ilerliyoruz. Yol asfalt ve gayet düzgün. AYDER’e ulaştığımızda aracımızı otoparka bırakıp, paçalarımızı sıvıyoruz. Hafiften bir yağmur çiseliyor. Yağmurluklarımızı giyip, şemsiyelerimizi açıyoruz. Ayderin muhteşem doğasında dolaşıyor, kartpostallarda gördüğümüz Ayder evlerini fotoğraflayarak kendi kartpostallarımızı yaratıyoruz. Ağaçtan yapılmış bir lokantaya oturuyoruz. Karadeniz’e özgü bir mıhlama söylüyoruz, bu arada sempatik aşçımızla sohbet ediyor getirdiği kızartılmış mısır ekmeği ile tereyağı ile altlık yapıyoruz. Bakır sahanlarda gelen sıcacık mıhlamaya da ekmeğimizi bandırıp sündürerek yiyoruz. Halen neden yarım olduğunu bilmediğim tereyağında kızartılmış, fileto açılmış yarım alabalığımızı da iştahla yiyoruz. Yemekten sonra kendimizi tekrar Ayder’in çayırlarına atıyoruz. Yağmur dinmiş. Yükseklerden dökülen ince bir çavlana bakan çay bahçesinde oturup çayımızı yudumluyoruz.
Artık gitme zamanı, daha çay fabrikasını ve Rize bezi üreten atölyeleri ziyaret edeceğiz. Aracımızda ıslanan ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı kuruları ile değiştiriyoruz. Geldiğimiz yoldan yine keyifle Rize’ye dönüyoruz. Yol üzerindeki çay kur’a ait çay fabrikasını gezip, yetkilinin anlattıkları dinliyoruz. Çayın nasıl üretildiğini görmek bizim için değişik bir tecrübe oluyor. Çay fabrikasından sonra sıra Rize Bezi diye bilinen Keşan üreten atölyede. Rengârenk Keşanlardan yapılmış masa örtüleri, buluzlar, gömlekler perdeler ve diğer ürünler arasında kendimizi daha doğrusu eşlerimizi kaybediyoruz. Karadeniz ekonomisine epeyce bir katkı yaptıktan sonra yorgun bir şekilde Trabzon’a otelimize dönüyoruz. Yemekten sonra yorgunluğun ve temiz havanın verdiği rehavetle ve ertesi günü yapacağımız geziyi düşünerek odalarımıza çekiliyoruz

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

ŞAVŞAT - ARTVİN; TÜRKİYE

SAKLI CENNET: ŞAVŞAT

İstanbul aktarmalı olarak Trabzon’a indiğimizde saat daha sabahın dokuzuydu. Havaalanından doğrudan otogara geçtik. Bizi ısrarla Şavşat’a davet eden Sevgili Yavuz’un davetine nihayet icabet edip, Yavuz’un yerimizi ayırttığı Şavşat midibüsüne eşyalarımızı yerleştirdik. Midibüsümüzün hareket etmesine yaklaşık 45 dakika vardı. Sabah mahmurluğunu ve yol yorgunluğunu atmak için çay salonuna oturduk, çayımızı söyledik. Yaklaşık 10 gün önce bir akşam toplantısında –alkolünde etkisi ile- Şavşat’a gitmeye aniden karar vermiştik ve Sevgili Hakan KILAVUZ organizasyon becerisini göstererek, uçak biletlerimizden kalacağımız otellere; hatta Trabzon’dan kiralayacağımız minibüse kadar tüm organizasyonu yapmıştı.

Ve şimdi Şavşat minibüsündeydik. Hopa’ya kadar solumuzda deniz sağımızda yemyeşil dağlar, fındık ve çay bahçeleri güle oynaya geldik. Hopa’da sahilden ayrılıp yemyeşil dağlara vurduk. Borçka’ya kadar yeşillikler içinde dolana dolana zevkli bir yolculuk yaptık. Borçka’dan sonra işler değişti. Yapımı süren Muratlı Barajı nedeniyle oldukça bozuk bir yolda kah tepelere tırmanarak kah dere içindeki servis ollarına inerek zorlu bir yolculuk başladı. Yolun bir yerinde patlamalar nedeniyle yaklaşık bir saate kadar yol ulaşıma kapatıldı.
Yaz sıcağında güneşin altında Muratlı barajının inşaatını seyrederek bekleştik. Artvin yol ayrımı Köprübaşı’na geldiğimizde artık gün inmişti ve Trabzon’dan yola çıkalı yaklaşık beş buçuk saat olmuştu. Burada araç değiştirecektik. Valizlerimizi midibüsten aldık ve köy minibüsünün üstündeki bagaja yerleştirdik ve sıkıca bağladık Diğer minibüs yolcularıyla selamlaşıp yerlerimize oturduk. Yeşillikler içinde, delice akan dereyi sağımıza alıp dar asfalt yolda kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladık. Yaklaşık yarı saat sonra bir subaşında mola verdik. Yol kenarındaki manavdan biraz meyve alıp buz gibi akan çeşmede yıkadık ve açlığımızı bastırdık. Elimizi yüzümüzü yıkayıp tekrar yola koyulduk. Yaklaşık yine yarı saat süren bir yolculuktan sonra yemyeşil köknar ormanları ile kaplı vadi içine kurulmuş Şavşat’a ulaştık. Yavuz’un ilkokul arkadaşı çıkan minibüs şoförümüz bizi Yavuz’un babasının dükkânı önünde indirdi. Sarılıp kucaklaşarak hasret giderdikten sonra birer yorgunluk çayı içip sohbete daldık. Çaylarımız bitip bir nebze dinlenince valizlerimizi Yavuzun kamyonete yerleştirip Yavuzların evine hareket ettik.

Kalacağımız evin terası tüm Şavşat’a hâkim bir konumdaydı. Duşumuzu alıp odalarımıza yerleştikten sonra akşam yemeği için terasta buluştuk. Yavuzun babası sevgili Özden Amca ve annesi, Yavuzun sevgili eşi şükran bizi ağırlamak için müthiş bir yarışa girdiler. Mükellef bir akşam yemeğinden sonra Haziran ayının 24 ü olmasına rağmen soğuktan ürpermeye başladık. Ortaya mangal içinde bir Çingene ateşi yakıp polar kabanlarımızı, ceketlerimizi giyindik. Özden Amca da “ Dur, bi tanışak “ diye 70 lik rakıyı açtı. Yavuzun amcaoğlu Ercan da Cümbüşünü eline alıp fasıla başlayınca iki kadehten sonra soğuk falan işlemez oldu.

Tüm yol yorgunluğuna, alkole ve gecenin geç saatinde yatmamıza rağmen sabah erken saatte tüm yorgunluğumuzu atmış, uykumuzu almış, dinç bir şekilde uyandık. Mükemmel bir kahvaltı sofrası terasta bizi bekliyordu. Yavuzun sevgili annesi kuymaktan mıhlamaya kadar yerel tüm lezzetleri, kendi ineğinden eliyle sağdığı mis gibi sütü, yumurtayı masaya dizmişti.
Tüm bu güzellikleri ne yazık ki hızlı bir şekilde yemeliydik çünkü bugün Yayla şenliklerine katılacaktık ve organizasyonun başındaki isim olan Yavuz çoktan yaylaya gitmişti bile. Kahvaltı sonrası iki minibüse yerleşip Karaköy yaylasına doğru yola çıktık. Sevgili Şükran yol boyunca geçtiğimiz yerler, köyler hakkında bize bilgi veriyordu. Ardahan yolunda bir sapaktan ayrılıp yayla yoluna vurduk. Bir süre orman yolunda ilerledikten sonra köknar ağaçlarıyla yeşillenmiş, üzerinde rengârenk çiçeklerin açtığı, bacalarından duman tüten tek tük ahşap evlerin bulunduğu yaylaya vardık. Ağaçların altına kilimler serilmiş, yer sofraları kurulmuş, bir köşede döner ekmek ve ayran servisi yapan büfet diğer tarafta konuşmaların yapılacağı kürsü…; her şey hazır bizi bekliyorlardı. Bizim yaylaya girmemiz ile birlikte Sevgili Yavuz’un açılış konuşması ile şenlik başladı. Akordeonun ve kemençenin nağmeleri eşliğinde genç yaşlı Şavşatlılar hemen horona BAĞLANDILAR. Biz durur muyuz İzmir ekibi olarak biz de bağlandık, bir iki acemilikten sonra müziğin ve horonun ritmine ayak uydurduk. Ama biz şehirlilerde kondisyon sorunu var horon gittikçe hızlanınca bizim nefesimiz bitti ve tıknefes kaldık.

Halat çekme, çuval yarışı vs oyunlarla gün ilerlerken, üstümüze kara bulutlarda toplanma başladı. Daha kilimlerimizi toplamaya fırsat bulamadan yağmur bastırdı.. Herkes köknarların altına, şemsiyelerin altına sığındı. Hava karardı, dönüş yolculuğu başladı. Bir sorun vardı sabah geldiğimiz şoförlerin hepsi sarhoştu. Sonuçta araçları kullanmakta bize düştü. İlerleyen günlerde anladık ki Şavşat’ın şoförleri tek seferlik. Dönüş için yanınızda mutlaka ehliyetli birini bulundurmak gerekiyor. Geceye terasta Çingene ateşin etrafında, Ercan’ın cümbüşü ile devam ettik. Yavuzun annesinin söylediği söz aklımızda kalan en güzel şeylerden biriydi.
“Küknerin altında daldalandık da bir demçe yağmur düşmedi.” (Köknarın altına sığındıkda bir damla yağmur üstümüze düşmedi)

Sabah uyandığımızda hava hala bulutluydu. Yağmur pusuda bekliyordu. Kahvaltı sonrasında hedefimiz Efkâr Tepesiydi ve yürüyüş mesafesinde olduğu için arabayı almayıp sohbet ederek yürüyorduk. Fakat daha yolun yarısına gelmeden pusudaki yağmur bütün haşmetiyle boşaldı.. Saçakların altına sığınıp Yavuzun arabayı getirmesini bekledik.

Fakir BAYKURT’un kitaplarını yazdığı Efkar Tepesi Şavşat’ın çıkışında etrafı köknar ormanlarıyla çevrili ve çevreye hakim bir tepe. Buradaki çay bahçesinin sundurmasına oturup bir yandan çayımızı içiyor bir yandan da muhteşem manzaranın tadını çıkarıyorduk Bu arada öğleden sonraki programımız için durum değerlendirmesi yapıyorduk. Öğleden sonra Yavuz’un anlata anlata bitiremediği Şavşat Karagöl’e gidecektik. Ama yağmur işleri bozdu. Hulusi yolun yağmurdan ne derece etkilendiğini bilmediği için çekiniyordu. O eve gidip terasta çorba içmekten yanaydı. Bense bu kadar yolu gelip te Karagölü görmeden dönmekten yana değildim. Sonuçta benim ısrarımla Karagöle gitmeye karar verdik. Piknik sepetlerimizi ve kiloluk rakılarımızla akordeonumuzu alıp iki araba halinde yola düştük. Yol hiç de korktuğumuz gibi değildi. Gayet bakımlı asfalt bir yolda ilerliyorduk. Önce tipik bir Karadeniz köyüne geldik. Kütüklerden yapılmış Karadeniz evlerinin fotoğraflarını çekmek için kısa bir mola verdik. Yağmurda zamanla önce hızını kaybetti sonra da tamamen kesildi. Milli park alanına girdiğimiz de Karagölün muhteşem manzarası bizi karşıladı. Gerçekten bu güzellik karşısında sarsılmamak mümkün değil. Pansiyon olarak kullanılan orman işletmesin ait yapının arkasındaki piknik alanına yerleştik. Biz misafirler hayranlık içinde gölü ve çevresini keşfederken ev sahiplerimiz nasıl becerdilerse o yağmurun ıslattığı odunlardan bir kamp ateşi yaktılar. Bir süre sonra ıslak toprak ve çam kokusuna sucuk ve etlerin kokusu ile rakının keskin anason kokusu karıştı. Birkaç kadeh rakı sonrası akordeon canlandı ve horon bağlandı. Bu kez horona yabancı konuklarımızda vardı. Sabancı Üniversitesinde öğretim üyesi olan İsrailli bir çift v oğulları bize eşlik etti.
Hava kararırken toparlanıp yola çıktık. Tabii şoförlerimiz yine sarhoştu. Sevgili Hakan bir yandan arabayı kullanıyor arada da dirseği ile üzerine düşen şoförümüzü düzeltiyordu. Ormancıların aracının rehberliğinde Şavşat’a dönebildik.

Sabah ayrılık vaktiydi. Üç gün süreyle bizi büyük bir konukseverlikle ve gönülden misafir eden AKALTUN ailesine ve Yavuz’a veda edip Trabzon’a hareket ettik.. Şavşat halkının sıcaklığı ve doğanın güzelliği ile dolu dolu geçen bir üç gün yaşamıştık.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER