9 Ocak 2010 Cumartesi

FOÇA - İZMİR; TÜRKİYE

FOÇA

“… Panorama, Stelyos’un karşısındaydı..Kale Burnu ile Fener Burnu’nun çaprazındaki İngiliz Burnu, sanki kollarını birbirine uzatarak eşi emsali bulunmayan bir liman yaratmışlardı.İngiliz Burnu’nun hemen ucunda ve yanındaki iki küçük ada, birer takı gibi duruyorlardı. Biraz ötede İncir adası ile hemen arkasındaki Oğlak adası, ağzını kapattıkları koyu çırpıntısız bir göle dönüştürmüşlerdi. İngiliz Burnu’nun arkasında, büyük Orak adası ile daha gerilerde duran Metelik ve Hayırsız adaları manzarayı tamamlıyordu. Stelyos, aşağıdaki adaları, Foça’nın karşısında demir atmış gemilere benzetti. Onlar bu antik kenti düşmanlar, rüzgârlar ve dalgalardan korumakla görevlendirilmişti sanki.”
Yazar Kemal ANADOL, Büyük Ayrılık adlı kitabında kahramanı Stelyos’un ağzından böyle anlatıyordu Foça’yı.

Biz de tam o noktadayız. En son tepeyi de tırmanıp inişe geçtiğimizde Foça ayaklarımızın altındaydı. Aracımızı park alanına çekip Limanı ve dantel gibi işlenmiş adaları seyrettik. Denizden gelen serin sabah rüzgârı ile ruhumuzu yıkadık. Yıkık yel değirmenlerinin çağrısına uyarak Foça’ya indik.

Bu huzur dolu kasabaya ilk kez üniversite yıllarında gelmiştim. ODTÜ’de okuyan sevgili arkadaşım Melih’in davetlisi olarak bir yaz hafta sonu gelmiş, Melihlerin çarşının içindeki dar sokaklardan birinde olan evlerinde misafir olmuş, çarşının çıkışındaki tatlıcıda keşkülümüzü yemiş, bugün sitelerle kaplandığı için hangisi olduğunu çıkaramadığım bakir Mersinaki koylarında denize girmiştik. Daha sonraki yıllarda da Çanak Koyunda bir yazlık alan babamları ziyaretimde mutlaka Eski Foça’da bir mola verir, dar sokaklarında ve çarşısında dolanır, balık halini gezer ve balığımızı alıp yola devam ederim.

Sığacık’tan sonra bana huzur veren, günlük düşüncelerden ve kaygılardan arındıran bir yöredir Foça. Aracımızı Otogarın karşısına park edip Küçük Denize doğru yürüyoruz. Arnavut kaldırımı taş sokaklardan yarımadanın ucun, kaleye doğru ilerliyoruz. Foça, Truva savaşları sırasında destanını yazmak için Foça’ya gelen HERODOT’ UN dediği gibi yeryüzünde bizim bildiğimiz en güzel yerde ve en güzel iklimde Phokai’liler tarafından kurulmuş. Denizci bir ulus olan Phokaililer ayrıca Karadeniz de Samsun ve Lapseki’yi, Fransa’da Marsilya’yı, Korsika’da Alala, İspanyada Ampuria şehirlerini kurmuşlardı Bordası açık denizlerin fırtınalarına, sert dalgalara dayanıklı ve hızlı gemileri ile limandan limana koşup duran Phokaia’lılar kültür de taşımışlar gittikleri yerlere. Fransa’ya alfabeyi götürmüşler, Akdeniz’in birçok kıyısına zeytinciliği yaymışlar. Zengin bir kent olmuşlar, paraları her yerde geçerli ve değerliymiş.
MÖ. 6. yüzyılın ilk yarısı Perslerin önlenemez yayılışına tanık oldu. Önünde hiçbir ordunun dayanamadığı Pers orduları Phokaia’yı kuşattılar. Kent daha önceden 18-20 metrelik surlarla çevrilmişti ama hiçbir sur Persleri durduracak kadar güçlü değildi. Savaşan Phokaialılar daha fazla direnemeyeceklerini anlayınca teslim olmak için bir gece süre istediler. Pers komutanı Harpagos bunu kabul etti, gece bitip sabah olduğunda ses soluk yoktu. Persler kente girdiklerinde bir uyuz köpekten başka tek canlı bulamadılar. Köle olmaktansa yurtsuz kalmayı seçen Phokaialılar kentin altındaki tünellerden değerli eşyalarını da gemilere yükleyip çoktan denize açılmışlardı. Önce Romalıların, ardından Cenevizlilerin ve 1455'te de Osmanlıların eline geçen Foça, Akdeniz, Karadeniz ve Ege sahillerindeki bir çok yerleşimin de anakenti.


Eski caminin yanından, otoparkın içinden geçip kıyısında balık restoranlarının dizildiği ve balık halininde bulunduğu limana iniyoruz. Küçük ama sevimli; taptaze balıkların tezgâhlarda sergilendiği balık halini dolaşıyoruz. Levrekler, Çipuralar, Barbunlar, sarpalar, karagözler yan yana uzanmış. Uzun bıyıklı, kırmızı, ilginç ve kokutucu Ada balıkları da tezgâhlardaki yerini almış. Balığımızı seçiyoruz ve temizletip alıyoruz. Balık Halinden çıkınca limanda dizili rengârenk gövdelerinin aksi suya yansıyan kayıkların ötesinde Foça’nın eski taş evlerini, restoranlarını, öğretmen evini karşımızda buluyoruz. Eski küçük taş binalarının oluşturduğu ikiyüzelli – üç yüz metrelik, üstü sarmaşıklarla örtülmüş sessiz sakin çarşısında dolanıyoruz. Köşedeki Dibek Kahvecisinde bir yorgunluk kahvesi içip soluklanıyoruz. Aracımıza binip kıyıyı takip ederek Arnavut kaldırımlı yolda yavaş yavaş ilerliyoruz ve bu huzur dolu ilçeyi terk ediyoruz.
Çanak Koyundaki yazlığımıza dönüyoruz. Sezonun gelmemesi ve hafta içi bir gün olması nedeniyle derin bir sessizlik hâkim. Yalnızca rüzgârın ve kıyıya vuran denizin sesi var. Mangalımızı yakıp balıklarımızı hazırlıyoruz.
Şimdiki hedefimiz Yeni Foça yakınlarındaki Kozbeyli Köyü. Mübadele öncesi Türk ve Rumların birlikte yaşadığı, günümüzde kaybolmuş ama birkaç gönüllü tarafından yeniden üretilmeye çalışan Foçakarası üzümlerinin yetiştiği, Çandarlı ve Nemrut körfezini yukarılardan seyreden bir köy Kozbeyli. Köy Meydanında Ömer Yalçınkaya’nın Antikkozu karşılıyor bizi. “- Merhaba” deyip sohbetimize başlıyoruz. Son derece samimi, cana yakın, konuksever Sayın Ömer Yalçınkaya’dan köyü dinliyoruz. Sonra bize çizdiği rotadan köyü gezmek üzere vedalaşıyoruz. Bize Kozbeyli ile ilgili kitapçığı hediye ediyor. Önce Pınar Deresi mevkine yöneliyoruz. Nasıl, hangi açıdan fotoğraflayayım derken bir sıcak Merhaba ile daha karşılaşıyoruz. Karşıyakalı eski Mali Müşavir Mustafa Bey bizi evinin bahçesine davet ediyor. Kozbeylinin en eski evlerinden birisi olduğunu söylediği evini 1998 de almış, restore etmiş, işini de kızına devretmiş yeni yaşamının keyfini sürüyor çay teklifini bir başka ziyaretimize erteleyerek kapısında hicri 1027 tarihi bulunan Köy Camii’ne ve onun hemen yanındaki KUZUBEYİ kulesine yöneliyoruz. Tamamen savunma amaçlı yapılmış bu kule evin pencereleri yok ve sadece düşmana ateş açılacak mazgal delikleri bırakılmış. Caminin yanından yola çıkıp Rum mahallesine gidiyoruz. Kemal ANADOL’un kitabında uzun uzun anlattığı Çapkınoğlu meyhanesi – bugün virane halinde ve dam olarak kullanılıyor – ve evini görüyoruz. Evin kapısının üzerindeki tarih 1878 .
Kemal ANADOL’UN kitabında anlattığı cıvıl cıvıl yaşayan, akşamları Çapkınoğlunun meyhanesinden fasıl seslerinin yayıldığı Rum mahallesinin yerinde, yıkık dökük terkedilmiş eski taş evler kalmış. Her yer terkedilmişlik ve hüzün dolu.
. Foça’da bir öykü anlatılıyor ve öykü Foça’ya çok yakışıyor. Foça’da bir Karataş varmış, bunu herkes biliyor da nerede olduğunu kimse bilmiyor. Gezip dolaşırken bu taşa basan mümkünü yok bir daha Foça’dan kopamıyor. Çok zorlanıp bir yerlere gitse de mutlaka dönüp dolaşıp gene geliyor Foça’ya. Yolu bir kez Foça’ya düşen herkes bu öyküyü duyunca dolaşıp duruyor sokaklarda. Belki Karataş’a basarım da bu güzel yerde kalırım umuduyla. Bize kalırsa Foça’nın her yeri Karataş. Foça’yı görüp de sevmemek, dönüp gelmemek mümkün değil

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

EFES - ŞİRİNCE / SELÇUK ; İZMİR; TÜRKİYE

EPHESOS’TAN EFES’E, KIRKINCA’DAN ŞİRİNCE’YE…

Güzel bir bahar sabahı, güneş yeni yeni ışıldarken biz gezi dostları yine yola düştük. Bu kez rotamız İzmir’e yaklaşık yetmiş – yetmiş beş kilometre mesafedeki uzak geçmişin oniki iyon kentinin en büyüğü ve en önemlisi Efes ile yakın geçmişimizden olan ve hala otantik yapısını koruyan Şirince.

Sabah otobüsümüzde neşe içinde yerimizi alıp yola koyuluyoruz. Aydın otoyolundaki Varan tesislerinde kahvaltı molamızı veriyoruz. Deneyimlerimizden şunu öğrendik ki iyi bir kahvaltı ile başlayan gün, sonrasında da iyi geçiyor.

Kahvaltı sonrası yola çıkıyoruz. Selçuk yakınlarında otoyoldan çıkıp Selçuk’un içinden geçiyoruz. Selçuk’un girişinde solda demiryolu köprüsünün altından geçen kavşakta ŞİRİNCE 8 km yazan yönlendirme levhasını hızla geçiyoruz. Otobüsümüz bizi EFES’İN Güneydoğusundaki Magnesia kapısında bırakıyor. Buradan turnikelerden geçiyor ve rehberimizin etrafında toplanıyoruz. Bu kapıdan girmemizin nedeni bu kapıdan kuzey batıdaki Koresos kapısına kadar olan mesafenin iniş olması ve ziyaretçileri yormaması. Otobüsümüzde bizi bıraktıktan sonra geri dönüp kuzeybatı kapısına hareket ediyor.
Antik Efes kentinin ilk kuruluşu MÖ 6000 yıllarına, Neolitik dönem diye adlandırılan cilalı taş devrine kadar gider. Hititler döneminde kentin adı Apasas’tır. MÖ 1050 yıllarında Yunanistan’dan gelen göçmenlerinde yaşamaya başladığı liman kenti Efes MÖ 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmıştır. Bugün gezdiğimiz Efes ise, Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300 yıllarında kurulmuştur. Helenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemlerini yaşayan Efes, Asya Eyaletinin başkenti ve en büyük limanı olarak 200.000 kişilik nüfusa sahipti.

Antik dünyanın en önemli merkezlerinden olan Efes MÖ 4000 yıllarına dek giden tarihi boyunca uygarlık, bilim, kültür ve sanat alanlarında her zaman önemli rol oynamıştır.
Efes’teki ilk kazılar British Museum adına J.T. Wood tarafından 1869 yılında başlamıştır. Bugün hala çalışmalarını sürdüren Avusturyalıların kazıları ilk olarak 1895 yılında Otto Benndorf tarafından başlatılmıştır. Avusturyalıların yanı sıra 1954 yılından bu yana TC Kültür Bakanlığı adına Efes Müzesi de kazı, yenileme ve düzenleme çalışmalarını sürdürmektedir.

Rehberimizden genel bilgileri aldıktan sonra mermer caddede ilerliyoruz. Zamanında üstü ahşap kaplama olduğu kabul edilen Odeon, odeonun karşısındaki caddede bulunan su deposu ve Vedius hamam kalıntılarını görüp yola devam ediyoruz. Sütunların süslediği Kuretler Caddesinde ilerleyerek iki Herakles kabartmasının da yer aldığı zafer takından geçerek Devlet Agorasına ulaşıyoruz. Giriş Altarı Efes Müzesinde, Domitian Heykelinin İzmir Arkeoloji müzesinde sergilenen önünde sunak bulunan MS 1.yy yapısı Domitian Tapınağını görüp hemen karşısındaki TRİAN ÇEŞMESİ’NE dönüyoruz. 5.20x11.09 metre boyutlarındaki bu muazzam yapıda İmparator Trianın kolasal heykelinin iki kat boyunca yükseldiği ve altından suların aktığı havuz çeşmenin önünde yer alıyor.

Celsus Kütüphanesine gelmeden Kuretler Caddesinin solunda Efes’in zenginlerinin yaşadığı konakların bulunduğu Yamaç Evleri görüyoruz Yakın zamanda restore edilerek orijinal durumlarına biraz daha yaklaşan bu evlerin duvarlarındaki freskler ve mozaiklerle süslü mermer kaplamalar Efes’teki yaşamın görkemi hakkında bize bilgi vermekte.
Kuretler caddesindeki en güzel yapılardan birisi olan Hadrian Tapınağını hayranlıkla izleyip Kuretler Caddesinin Mermer Cadde ile kesiştiği noktada Aşk Evini görüyoruz. Mermer yolda mermer üzerine kazılmış sol ayak ve kadın başı dünyanın ilk reklâm panosu olarak kabul edilmektedir. Aşk evinde bulunan mozaik kız portrelerinin bu evde çalışan kızlara ait olduğu sanılmaktadır.

Efesin en önemli ve görkemli anıtsal yapılarından biri de Agora’nın güney yanında bulunan CELSUS KİTAPLIĞI’DIR. Asya Konsülü Julius Celsus adına oğlu tarafından mimar Vitruoya yaptırılmıştır. Salonu çevreleyen 3 katlı galeriden duvarlara serpiştirilmiş pencerelerden ışık süzülür. Roma Mimari özelliklerini tümüyle yansıtan yapının ön cephesinin dekorasyonu devrin en güzel örnekleri arasında yer alır. Ön cephe kolonları arasında yer alan 4 kadın heykeli Akıl, Kader, İlim ve Erdem öğelerini sembolize eder.
Mermer Caddede hayranlık ve hayretle ilerlerken gittikçe yükselen güneşte sıcaklığı ile kendini hissettirmeye başladı. Celsus Kitaplığının ardından Magnesia kapısından Koresos kapısına kadar uzanan ve altından denize kadar uzanan kanalizasyon sisteminin geçtiği 400 metrelik Mermer Caddede ilerliyoruz. Bugün giriş kapısı ve agorayı çevreleyen sütunları ile dikkat çeken Ticaret Agorasının karşısında Efes’in en görkemli yapısı olan, bugün bile önemli konserlere ev sahipliği yapan 25.000 kişi kapasiteli Tiyatro ile karşılaşıyoruz. Tiyatronun ön kısmında oldukça sağlam ve iri taşlardan yapılmış soyunma yerleri, her biri 22’şer basamaklı üç bölümden oluşan üç katlı seyirci bölümü, 18 m yüksekliğindeki sahnesi, sahnenin görülebilmesi için oldukça dik inşa edilmiş tribünleri ile sapasağlam ayakta olan tiyatronun akustiğide çok iyidir.

Tiyatroyu gezip, akustiğini test edip ve fotoğrafladıktan sonra gittikçe yükselen güneş ve artan sıcaklıkla birlikte Liman Caddesine yönelip Liman hamamlarını hızla geçerek Kuzeybatı kapısında bizi bekleyen otobüsümüze ulaşıyoruz. Su ve hediyelik eşya satan dükkânlardan alışveriş için 15 dakikalık bir mola veriyoruz.
Tarih içinde yaptığımız yaklaşık 3,5 saatlik bir yolculuğun ardından serin suyla elimizi yüzümüzü yıkamak ve susuzluğumuzu gidermek iyi geldi. Enerjimizi yeniden toplayıp bu kez daha yakın tarihe bir göz atmak için Aya suluk’a –Selçuk- hareket ediyoruz.

Önce, Selçuk Kalesi ve St. Jean Kilisesinin bulunduğu tepenin batı yamacındaki İSABEY CAMİİ’Nİ ziyaret ediyoruz. Dikdörtgen planlı caminin kitabesinden öğrenildiği kadarı ile 1375 yılında Aydınoğlu İsa Bey tarafından yaptırılmıştır. Ödemiş Birgi, Tire ve Selçuk ta hüküm süren ve 1400 lü yıllarda Osmanlı Egemenliğine giren Aydınoğulları beyliğinden kalan bu cami Osmanlı Döneminden sonra önemini kaybetmiş ve kendi haline terkedilmiştir.
Camii gezdikten sonra aynı tepe üzerinde VII – VIII. Yüzyıllarda Arap Akınlarının yörede etkili olması sonucu Bizanslılar zamanında yapılmış ve şehri koruma altına alan kaleyi geziyoruz. St Jean kilisesinin bulunduğu alanın çevresi 20 kule ve onları birbirine bağlayan surlarla çevrilmiştir. Selçuklular ve Osmanlılarda bu kaleyi onarmış ve daha güçlendirerek kullanmışlardır.

Artık tarih bitiyor. Karnımızda iyice acıktı. Otobüsümüze biniyor ve dik, dar ve dönemeçli bir yolda zeytin ağaçları ve mis kokulu sarıçiçekli katırtırnakları arasından Şirince’ye tırmanıyoruz. Yaklaşık 8 km sonra köyün girişindeki geniş otoparka aracımızı park edip önce yemek sonrada bu güzel otantik köyü keşfetmek ve tadını çıkarmak için dağılıyoruz. Bir öğleden sonra tamamen buradayız.

Şirince gezginleri için ilk durak eski ilkokulun bahçesinden başlar. Bugün güzel bir restorana çevrilen okulun bahçesinden manzarayı ve köyün genel görünümünü izlemek çok keyifli. Daha sonra yukarı doğru ilerleyip Aşağı Kiliseye ulaşıyoruz. Burada Şirinceli kadınların el işleri, ev yapımı şaraplar, yörenin zeytinleri ve zeytinyağları satılıyor. Alışverişi sonraya bırakıp, dar Arnavut kaldırımı taş döşeli sokaklardan yukarı doğru tırmanıyoruz. Oymalı pencere kapakları ile dikkati çeken evin kapısında güler yüzlü bir teyzem yöre şivesi ile bizi evini gezmeye çağırıyoruz. Bu konuksever köylü teyzemizden öğreniyoruz ki, evi “ Başka olur ağaların düğünü” adlı televizyon filminin çekildiği mekânmış. Konuksever teyzemizle biraz sohbet edip onarılıp müze niteliği kazandırılan Yukarı Kiliseye tırmanıyoruz. Kiliseyi, çevresindeki evleri görüp en güneyde dere yatağından karşı mahalleye geçiyoruz. Oradan ikiz ve görkemli ev örneği olan yapıyı, çamaşırhane sokağı, 1890 tarihli altından sokak geçen evi görerek restoranların yer aldığı köy meydanına iniyoruz.
Çeşitli yemek seçenekleri arasından ot haşlamaları, yaprak sarması ve güveçten oluşan menümüzü seçip ev yapımı şarabımızı da söyleyip, tipik şirince evlerinin ve doğasının oluşturduğu panoramayı izleyerek yorgunluk atıyoruz.

Şarabımızı yudumlarken, Dido SOTIRIYU’NUN “ Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabında anlattıkları geliyor aklıma, daha önce adı Kırkınca olan, ağırlıklı olarak Rum’ların yaşadığı köy 1922 deki mübadeleden sonra Yunanistan’dan gelen göçmen Türklerin yerleşimine veriliyor adı da Çirkince oluyor. Gelgelelim dönemin valisi bu köyü ziyaretinde köyün güzelliği ile adını bağdaştıramıyor ve Şirince olarak değiştiriyor, “ Dağlarından yağ, bağlarından bal akan, cennet böyle bir yer olmalı dedirten bir yaşamdan savaşın acımasızlığında savrulan ve sonuçta doğduğu toprakları terk edip Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Aleko’nun yaşam öyküsü. İçim burkuluyor ve bir kez daha savaşa lanet ediyorum.

Gün akşama dönerken otobüsümüzün yanında toplanıyoruz ve yorgun ama mutlu evlerimize dönüyoruz.

Yazı:
Dr.M.Cengiz TÜMER

ÇEŞME - İZMİR; TÜRKİYE

DELİŞMEN RÜZGÂRIN OYUN BAHÇESİ: ÇEŞME

İzmir Çeşme otobanında hızla ilerlerken birden gözünüze, kocaman beyaz kanatlarıyla gökyüzünü kulaçlayan modern yel değirmenleri takılır. Ardından taş binaları, çıplak tahta kollarıyla eski ve yorgun değirmenlerin, sizi bir rüzgâr ülkesine çağırdığını fark edersiniz. Bütün bunlara bir de denizin tuzlu ve serin kokusunun eklendiğini duyarsanız, Alaçatı'ya geldiniz demektir. Önünüze iki zorlu seçenek çıkıverir Alaçatı'da. Ya masmavi sularda koşuşturan rengârenk windsurf'lerin oyununa katılacaksınız, ya da yorgun yel değirmenlerinin gölgesinde, Anadolu kültürünün yansıdığı renkli sokaklara dalacaksınız.
Biz kısa zaman dilimi içinde ikisini birden hatta daha fazlasını yapmak zorundaydık. Sevgili Elvan Çeşme ile ilgili yazı isteyince “- Eyvah” dedim. Çeşme’nin en yüksek sezonu, hafta sonu o kalabalıkta bu yazıyı ve fotoğrafları çıkarmak imkânsız. Hafta içi ise mesai var. Sonuçta hafta içi bir gün izin kullanarak Çeşme’yi ziyaret etmeye karar verdik. Bir Salı sabahı erken saatlerde yola çıktık. Ve işte yel değirmenlerinin karşısındayız. Alaçatı’nın içinden geçip sörf okullarının olduğu koya doğru yol alıyoruz. Hızlı ve renkli bir hafta sonundan çıkan Alaçatı hala uykulu ama sörfçüler rüzgârla ve denizle oynaşmaya başlamışlar bile.
Alaçatı koyu, Ege kıyılarında yer alan pek çok koydan biri. Ama iki önemli özelliği onu windsurf yapanların cenneti haline getirmiş. Biri hiç dinmeyen rüzgârı, diğeri denizini kıyıdan altmış-seksen metreye kadar bir buçuk metreyi geçmeyen derinliği. Haziran ayından Eylül ayının ortalarına kadar ortalama 4–6 şiddetinde eser. Nisan-Ekim aylarında ise %50 güney rüzgârı eser ve güzel dalgalar oluşturur. Alaçatı'nın en güzel özelliği, rüzgârın soldan, yani meltem olarak esmesi ve şiddetli rüzgârda dahi düzenli dalgaların oluşmasıdır. Akıntının da rüzgâr ile aynı yönde olması sörf yapanlara kolaylık sağlamaktadır. Alaçatı meltem rüzgârına sahip bölgeler arasında hiç şüphesiz en güvenilir olanıdır. Burada dört ayrı rüzgâr Ege'nin içlerine uzanan Çeşme Yarımadası'na okşarlar. Meltem, Lodos, Poyraz ve Gerence rüzgârları yıl boyunca bölgeyi ziyaret eder. Rengârenk windsurfların lacivert mavi sularda sekerek kayışlarını izliyoruz. Bu delişmen rüzgârla oynaşmak çok zevkli olsa gerek.
Sörfçüleri rüzgârla ve denizle baş başa bırakıp Alaçatı’nın taş evlerle çevrelenmiş dar sokaklarına dönüyoruz. Beş on yıl öncesine kadar kimsenin yüzüne bakmadığı taş evler İstanbul’un burayı keşfetmesi ile restore edilerek her biri ya bir butik otele veya restorana dönüştürülmüş durumda. Küçük şirin bir kafe’nin bahçesine oturup sabah kahvemizi içiyoruz Saat onbire geliyor ve güneş kendini hissettirmeye başladı. Güçte olsa sakız ağacının serin gölgesinden kalkıp yola düşüyoruz. Alaçatı’nın hemen girişinde bir tepenin üzerinde bulunan üç eski yel değirmeni restore edilmiş ve sanki geçmişten bize el sallıyor Restore edilmiş eski yel değirmenlerinin önüne bıraktığımız aracımızı alıp anayolun karşı tarafına Ilıca Plajına geçiyoruz. Metrelerce uzunluktaki göz kamaştıran kumsal ve beyaz köpükler ile kumsala vuran pırıl pırıl denizi ile muhteşem bir doğal plaj. Karada rüzgârla tozumayan, denizde dalgayla bulanmayan inci gibi bir kumsal. Plajın karşısında birbirini dik kesen, palmiyelerle, çam ağaçlarıyla yemyeşil sokaklarda bakımlı bahçeleri ile tek katlı Çeşme evleri sıralanmış. Eğer plaj boyunca İzmir yönünde devam ederseniz önce şifalı suları ile ünlü Şifne’ye daha sonra da antik Çeşme sayılabilecek Erythrai Antik Kenti ve Ildırı’ya ulaşırsınız. Vekamp gibi kaplıca tesislerinde sıcak su havuzlarında şifa bulabilir, Ildırı da sessiz sakin balıkçı restoranlarında balığınızı yiyebilirsiniz Biz bugün zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle Çeşme’ye merkeze doğru gideceğiz. Esnafın yeni yeni kepenklerini açtığı kuyumcuların, halı ve deri eşya dükkânlarının bulunduğu sevimli çarşıdan geçip Çeşme Kalesine ulaşıyoruz. Çeşme Kalesinin surlarının dibinde yanında kocaman bir aslanı ile birlikte Cezayirli Hasan Paşa karşılıyor bizi. 1508 yılında Osmanlı Padişahı 2. Beyazıt tarafından yaptırılmış olan Kale Osmanlı mimarisinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu tarihi yapı, ilçede yapılan Uluslararası Çeşme Müzik Yarışmasında konser yeri olarak düzenlenerek tüm dünyaya sergilenmektedir
Tarihi kaleyi ve heybetli Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşayı görünce tarihini merak ediyoruz. İlk çağda Cyssus adıyla bilinen Çeşme, Anadolu'nun Batı kıyısında MÖ.1000 yıllarında tahmin edilen 12 İon kentinden biri olan Erythrai (Eritre)'nin Ildırı İskelesiydi. Erythrai, M.Ö. 6. yüzyılda oldukça geniş ve önemli bir yerleşim merkezi durumundaydı. Son derece koruyucu bir limana sahip olan Erythrai Mısır, Kıbrıs ve batı ülkeleri ile ilişki kurmuş ve ticaretini geliştirmiştir Lidya ve Pers egemenliğinden sonra Roma ve Bizans hâkimiyetinde kalmıştır. Çeşme, Selçuklu, Osmanlı, Aydın oğulları ve tekrar Osmanlı Dönemlerini sırasıyla yaşamıştır
Öğle yemeği vakti geldi. Çarşıda küçük bir kumrucuya oturuyoruz. Kumru, Çeşme’ye özgü bir lezzet. Simit (Gevrek ) hamurundan yapılmış, üzeri susamlı küçük bir ekmeğin ortası yarılarak içine tulum peyniri, domates ve ince yeşilbiber konması ile yapılan bir tür sandviç. Özellikle hafta sonu gece eğlencelerinden sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde çok revaçta.
Yemek sonrası Çeşme çarşısının dar ara sokaklarında dolaşıyoruz. Çeşme’nin ünlü Sakız Reçelinden almadan dönmek olmaz. Alışveriş sonrası rotamız Aya Yorgi koyu. Yıllar önce toz toprak dar bir yoldan geldiğim bakir koyun çevresi bugün “Beach Club”larla çevrilmiş. Çeşme’nin en güzel koylarından birinde artık denize ulaşmak bile imkânsız.
İzmir temmuz sıcağında kavrulurken biz burada efil efil esen Çeşme rüzgârında ferahlıyoruz. Ama artık dönüş vakti. Çeşme’nin renkli, canlı gece hayatına katılamıyoruz. Çeşme özellikle hafta sonları canlanan Beach club’ları, bar türü eğlence mekânları, popüler sanatçıların verdiği halk konserleri ve Çeşme Festivali ile çok canlı, eğlenceli ve renkli yaz gecelerine ev sahipliği yapıyor. Çeşme’nin gece hayatını keşfetmeyi de Çeşme Festivaline bırakıyoruz.
Çeşme konaklama tesisleri açısından da oldukça yeterli ve çok çeşitli seçenekler sunuyor. Beş yıldızlı otelden, pansiyona ve butik otele kadar değişik seçenekler sunuyor.
İzmir Üçkuyular, Fahrettin Altay meydanındaki semt garajından kalkan otobüslerle ya da otoyoldan aracınızla çok rahat bir yolculukla Çeşme’ye ulaşmanız mümkün. Ayrıca bir çok firmanın Ankara ve İstanbul’dan Çeşme’ye direk seferleri de var.
Alaçatı’dan tekrar otoyola girerken modern yel değirmenleri kocaman beyaz kanatları ile bizi yolcu ediyor.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

AYVALIK - BALIKESİR; TÜRKİYE

HÜZNÜN VE NEŞENİN KÖRFEZİ: AYVALIK

Alışkanlık olduğu üzere bir cumartesi günü herkes sıcak yatağında uyurken biz yine yollara düştük. Hedef hüznün ve neşenin körfezi AYVALIK. İzmir’in üç ayrı semtinden, (Üçkuyular, Şirinyer ve Bornova ) üç ayrı otobüs aynı saatte yolcularını alarak hareket etti. Bu kez otobüs sayımız üç, gezi dostu sayımızda çoluk çocuk 120 ye ulaşmıştı. Sabahın erken mahmurluğunda sabah müziği eşliğinde kahvaltı molamızı vereceğimiz Şakran yakınlarındaki Mola tesislerinde buluştuk. Çimlerin üzerinde, ağaçların gölgesinde hazırlanan masalarımızda mükellef kahvaltımızı yaptık. Bizi güler yüzle ağırlayan ve mükemmel bir organizasyonla güne iyi başlamamızı sağlayan MOLA personeline de teşekkürlerimiz sunmadan geçmeyelim.
Güne harika bir ortamda güzel bir kahvaltıyla başladıktan sonra yolumuzu oksijen deposu Kozak Yaylasına çevirdik. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmek için gemilerin ve kızakların yapımında kullanmak üzere Toroslardan, İda Dağına getirdiği ve daha sonrada burada ikamet eden Türkmenlerin yerleştiği ve yaşadığı köyler sıralı yol boyunca. Yolumuz bunlardan birine, Değirmencidere köyüne düştü. Köy meydanındaki asırlık çınar ağacının gölgesindeki çay bahçesinin girişinde muhtar ve köylüler karşıladı bizi. Kimimiz köylülerle sıcak sohbete dalarken kimimiz köyü keşfetmek ve fotoğraf çekmek için köyün dar sokaklarına dağıldı. Köy muhtarının daha önceden keşif gurubumuzun siparişi üzerine hazırlattığı bol çam fıstıklı irmik helvası da sıcak sıcak büyük bir iştahla yendi. Çaylar yudumlanırken çam fıstığı üzerine sohbet devam ediyordu. Fıstık hasadında kullanılan ve ağaçtan ağaca geçmeyi de sağlayan KEYE yi de bilgi dağarcığımıza kattık. Misafirperver ve sıcakkanlı, dost köylülerimize veda ederek Ayvalık’a doğru yola koyulduk.
Ayvalık’ın girişinde Sarımsaklı yakınındaki otelimize ulaşıp, odalarımıza yerleştikten sonra otelimizin havuzunda ya da denizin serin sularına bıraktık kendimizi. Akşam yemeğine kadar herkes gönlünce eğlendi. Yemekten sonra grup üçe ayrıldı. Dünya kupası üçüncülük maçını izleyecekler, diskoda müziğin ritmine kendini bırakacaklar ve benimde dahil olduğum Ayvalık’ı keşfedecekler
Pazar sabahı kahvaltının ardından valizlerimizi toplayarak saat on sularında otelimizden ayrılarak bizi Ayvalık Sahilinde bekleyen teknemiz SELİNDA ve Kaptanı Fatih’le buluşmak üzere yola çıktık. Davul zurna eşliğinde teknede bize ayrılan yerlere yerleştik. Diğer yolcularımızı da aldıktan sonra, adalar körfezi olan ve 22 adanın yer aldığı labirenti andıran körfezde diğer teknelerle birlikte demir aldık.
Soğuk bir sürpriz bekliyordu bizleri. Teknenin hareket etmesiyle birlikte serin esen rüzgar iliklerimize işlemeye başladı, hazırlıksız yakalanan bizler ısınmak için havlularımızı sarılır büzüşürken imdadımıza animasyon ekibi yetişti. Çaldığı kıvrak müzikler eliğinde Tepecik ekibi özüne döndü ve müziğin kıvrak ritmine uyarak Ayvalık’ın rüzgârını alt etti
İlk yüzme molamız rüzgârdan korunaklı Maden Adası koyları oldu. Yaklaşık 40 metre derinliğin net görülebildiği tertemiz sulara çığlık çığlığa bıraktık kendimizi. Körfezin suyu bizim tahmin edemeyeceğimiz kadar soğuktu. 45 dakikalık yüzme molasını 10 dakikada tamamlayıp ısınmak üzere güneşe sığındık.
Artık öğle yemeği zamanı gelmişti. Servis edilen Ayvalık’ın meşhur Papalina balığını ve çoban salatasını doyuncaya ( hatta tabağı ters çevirinceye ) kadar etrafımızda uçan, attığımız balıklara pike yapan martılarla birlikte yedik. Üzerine kavun içinde sakızlı dondurmamızı da yedikten sonra eğlenceye kaldığımız yerden devam edebilirdik.
İkinci yüzme molamızı Mavikoyda verdik Deniz yine aynı denizdi; temiz ama buz gibi soğuk!
Son yüzme molamızı Cundanın arka tarafındaki koylardan birinde erdiğimizde denize giren cesurların sayısı bir hayli azalmıştı. Bu molada meyve ikramımızı aldıktan sonra son durağımız Cunda adasına çevirdik rotamızı.
Teknemiz Cunda açıklarında kıyıya yanaşmak için uygun boş bir iskele ararken ben de Mehmet YAŞİN’in YAKINNAME adlı kitabında yazdıklarına bir göz atıyorum.
‘- Ege’nin sert rüzgârlarına karşı, Ayvalık’a siper olmuş birkaç isimli bir ada… En çok bilineni Cunda. İtalyanca bir denizcilik terimi olan cunda’dan geliyordu. Sözlüğe göre cunda, yatay serenlerin her iki başı anlamına geliyordu.
Adanın diğer adı da Alibey’di. Bu ad Kurtuluş Savaşının komutanlarında Ali Çetinkaya’ya aitti. İşgal sırasında, topladığı gönüllülerle birlikte Yunanlılara ilk kurşun sıkan, aslen Afyonlu Yarbay Ali Bey’in anısına adanın ismi Alibey olarak değiştirilmişti.
Ayvalıklı Rumlar ise adaya ‘ kokulu ada’ anlamına gelen ‘Moshonisi’ adını vermişlerdi.
…Çevreye ‘Adalar Körfezi’ dense çok yerinde olurdu. Cunda ve diğerleri; Maden, Yellice, Güneş, Çıplak, Kız, Balık, Kara, Yumurta, Çiçek.
…Diğer küçük kasabalarda olduğu gibi, Cunda’da da güzellikler kuytulara gizlenmişti. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar sokaklarda sarımsak taşı, tuğla ve kireçle yapılmış iki veya üç katlı evler, buraların geçmişteki yaşamı hakkında ipuçları veriyordu.
Bu güzel evlerin arasına sıkışmış yıkık dökük binalar ise eskinin hüznünü yansıtıyordu ‘
Bir saatlik bir bekleyişin ardından teknemiz sonunda iskeleye yanaşabildi. Biz de Kaptana ve mürettebatına veda ederek Cunda’ya ayak bastık.
Gerek yaz tatili, gerek hafta sonu kaçışları için ideal bir adres olmuş Cunda benim için aşırı kalabalıktı. Bu kalabalıkta ve sıcakta iki saatlik bir sürede Cunda’yı keşfetmek olası değildi. Cunda’yı keşfetmeyi ve fotoğraflamayı bir başka sakin bahara bırakarak, 1873 yılında yapılan ve o günden beri ayakta kalmayı başaran, fakat ha yıkıldı ha yıkılacak durumdaki Taksiyarhis Kilisesini ve yaşamın odaklandığı sahili dolaşıp bir kafede oturarak turistik (!) Ayvalık tostunu ve ada lokmasını tatmakla yetiniyorum. Cunda’nın meşhur ot yemeklerini, kalamarını, ahtapot salatasını ve balıklarını bir başka tarihe erteliyorum.
Saat sekize yaklaşıyor. Artık geri dönme vakti. Arkadaşlarımızı toplayarak Cunda Adasını Lale adasına bağlayan Türkiye’nin ilk Boğaz Köprüsünden ve Gönül Yolundan Ayvalık’a ulaşıp İzmir’e doğru yola koyuluyoruz. Aklımız bir hafta önce çıkan orman yangınında kül olan Şeytan Sofrasında kalıyor. Neşe ile başladığımız Ayvalık gezisini Cunda ve Şeytan Sofrasının hüznüyle tamlıyoruz. Saat 23.00 sularında İzmir’e vardığımızda bir sonraki gezide buluşmak üzere vedalaşıyoruz
Dr. M. Cengiz TÜMER.

GÜMÜLDÜR - İZMİR; TÜRKİYE

GÜNEŞİN SATSUMA’YA DÖNÜŞTÜĞÜ YER: GÜMÜLDÜR…

Ay gümüş bir tepsi gibi mandalina bahçelerinin üzerinden doğuyor. Mis kokulu ağaçların yeşili daha koyu. Uzaklardan cırcır böceği korosunun bildik nağmeleri duyuluyor. Yazın en sıcak günlerinden biri, ama yöreye özgü o tuz kokulu esinti içimizi ferahlatıyor. Gece ilerledikçe ay büyüyor gümüş rengi turuncuya dönüyor.

Uzun zamandır gitmemiştim Gümüldür’e. Sevgili arkadaşım Profesyonel Rehber ve Dr. Bülent ŞAHİNCİ’nin ısrarlarına dayanamayıp, yenilenen Sultan Moteli görmek ve bir hafta sonunu orada geçirmek niyetiyle yola çıkıyorum. Çocukluğumda kah kamyonet kasasında kah otobüsle Cumaovası, Bulgurca, Kaplan Boğazı üzerinden ormanın içinden çam ağaçları arasında yaptığım yolculuk yerine bu kez Seferihisar Doğanbey üzerinden gidiyorum. Cumaovası ( Menderes ) yolunu Tahtalı Barajı su tutmaya başlayıp Bulgurca köyü su altında kaldıktan sonra hemen hemen hiç kullanmadım. Oysa ne güzel yoldu. Akşamüzeri deniz dönüşü mola verilir, tahtalı deresinde serin bir duş alınır ve çay içilirdi.

İzmir’den Çeşme otoyoluna girip Seferihisar ayrımından çıkıyorum. Seferihisarı, Akarcayı, Karakoç kaplıcalarını ve Doğanbeyi arkamda bırakıyorum. Geniş, bakımlı asfalt yol kıvrıla kavrıla kah deniz seviyesinden kah yamaçlara tırmanarak mavi deniz sağımda manzaranın tadını çıkararak ilerliyorum. Ürkmez’e yaklaşırken kararımı değiştiriyorum. Bu geceyi otel odasında değil, yıldızların altında bir bağ evinde geçirmeye karar veriyorum ve hemen baba dostu sevgili İbrahim Abbas amcayı arıyorum. Hava Kuvvetleri kampının başladığı noktadan sola dönüp toprak yoldan tepeye doğru tırmanıyorum. Kartal yuvası gibi vadiye ve denize bakan iki göz odalı evinin önünde, kocaman gülümsemesi ile Abbas Amca karşılıyor beni. Biraz hoşbeş edip hasret giderdikten ve birkaç kadeh parlattıktan sonra Abbas Amca odasına çekiliyor, ben de bahçedeki kerevet üzerinde sırtımı duvara verip mandalina bahçelerinin üzerinden dolunayı seyrediyorum.

Dünyanın en lezzetli mandalinalarının yetiştiği, yeşilin ve mavinin en güzelinin kucaklaştığı beldedeyiz. Eskilerin deyimi ile hava şerbet gibi. Ay, gümüş pelerini ile insan elinden çıkan tüm çirkinlikleri örtmüş. Sadece doğa ve onun sunduğu güzellikler var.

Gümüldür’ün ilk yerleşim yeri, 12 ion kentinden biri olan Lebedos, Teos ve Efes kadar önemli bir yerleşim yeri olmasa da tarihe para basan ilk kentlerden biri olarak geçmiş.. Karya yerleşimi olan Lebedos pek çok istilaya uğramış. Zaman içinde askeri açıdan önem taşıyan kent pek çok korsan istilasına da sahne olmuş. Daha ilerde AhmetBeyli deki Klaros bir başka İon kenti.Ahmetbeyli plajına üç km uzaklıkta ve Notiona göre kara tarafında kalan kent kehanet merkezi olarak ünlüydü ve Kolophona bağlıydı. Bilicilikteki başarıları nedeniyle ören yerinde çok sayıda armağan, adak ve yazıt bulunmuştur. 16. yy’da yöreye gelen Kağızmanlı Türkler deniz kenarlarına yerleşmiş. Uzun yıllar Türk ve Rum nüfusun karışık yaşadığı ve Ege’nin en iyi tütününü yetiştirdiği ‘ Gavurköy’, Rumlar gittikten sonra da ününü korumuş.

Gümüldür, Menderes ilçesine bağlı bir belde olup Ege kıyısın şirin bir beldesi konumundadır.Bölgenin güneşlenme süresinin fazlalığı, denizinin ve havasının temiz olması,içinde nesli tükenmekte olan birçok bitki, kuş türü ve deniz canlısını barındıran Gümüldür ovası kamping alanları, mandalina bahçeleri doğal güzelliği kaybolmamış sıcakkanlı insanlarıyla turizmin hızla geliştiği bir beldedir.

Bugün Gümüldür ve Özdere hattı yeni gelişen turizm bölgesi. Turizmin gelişmesi ve yazlık ev merakı sahile yakın yerlerdeki mandalina bahçelerini hep yazlık site haline getirdi. Mandalina bahçeleri iç taraflarda kaldı.

Kalemli gibi orman içi dinlenme kamplarını barındıran Gümüldür’den doğuya Kuşadası yönüne devam edildiğinde ara ara sahil tarafında, ama daha çok solunuzda çam ormanları yer alır. Hemen her yıl çıkan yangınlar nedeniyle çam ormanları çok azaldı. Çok değil on- onbeş yıl önce bütün tepeler çam ormanları ile örtülüydü.

Özdere, yol üzerindeki Çukuraltı mevkii ve iki kilometre içerdeki köyü ile güzel bir belde. Çocukluğumuzda Kesre otobüsünden Çukuraltında inerdik. Osman’ın kahvesinde yol yorgunluğu atıp, soğuk bir ‘Neşe’ gazozu içip soluklanırdık. Daha sonra Osman’ın kahvesinin yanındaki toprak patikadan ilerleyip, önümüze çıkan ağaç dallarında yapılmış kapıdan bahçe sahibine ayakbastı parasını ödeyip patikadan deniz kenarına ulaşırdık. Paşa Otelin yanında kalan bu geniş alanda bir tek taş ev ve birkaç ağaç bulunurdu.. Uzun bir kumsal ve tertemiz deniz sizi kucaklardı. Oysa bugün Çukuraltı yine deniz kıyısında ama bütün kıyı yazlıklarla kaplı olduğu için yerleşim bitene kadar denizi göremeyeceksiniz.

Çocukluğumdaki o bakir Gümüldür, Özdere ve Kesre’nin yerinde beton mahalleler oluşmuş. Plansız yapılaşma burayı da esir almış. Abbas Amca’nın bahçesinde seyrettiğim ay ışığının büyülü pelerini kalkınca insan hırsının yarattığı çirkinlikler tüm gerçekliği ile gözümüzün önüne serildi.

Hiç oyalanmadan Sultan Motele doğru yola devam ediyorum Umarım Sevgili Bülent ŞAHİNCİ haklı çıkar ve Sultan Motelin yenilenmiş yüzü bana bu çirkinlikleri unutturur.

**Mandalina deyince akla Gümüldür gelir. Cumhuriyet döneminde belediye olan Gümüldür’ün kaderi 1940’lı yıllarda Rizeli Nuri ŞENER’in yerleşmesi ile değişmiş. Dünyanın her köşesine dağılmış Karadenizlilerin Japonya’nın Satsuma Adasında tanıyıp sevdikleri sonra da vatana getirdikleri fidan yöreyi dünyaya tanıtmış.Gümüldür’e gelirken yanında satsuma fidanları getiren Şener, bunları Halil Kumpasın bahçesine dikmiş. Bahçenin yanından akan Şeytan Deresi fidanların kendilerini anavatanlarında sanmasını sağlayan iklim koşulları yaratınca Gümüldür’ün kaderi belli olmuş. Bugün 12000 dönüm arazide satsuma yetiştiriliyor, yılda 400 tonluk üretimin büyük bölümü ihraç ediliyor.**

KULA - MANİSA; TÜRKİYE

GEÇMİŞİN SOKAKLARINDA KAYBOLMAK: KULA

Bu kez yolumuz, her zaman -özellikle Ankara yönüne giderken- önünden geçtiğimiz ve hayranlıkla seyrettiğimiz SART’a düştü.
Güzel bir Aralık cumartesinde sabahın erken saatlerinde gezi dostları ile birlikte düştük yollara. Bu kez aramızda iki İngiliz konuğumuzda vardı. Yaşar Üniversitesinde öğretim görevlisi genç bir İngiliz çift. Kemalpaşa Armutlu yakınlarında çay ve kahvaltı molasının ardından Sart’a doğru yola çıktık. Yaklaşık 108 km sonra Ankara yolundan ayrılıp Sart /Paktolos çayı üzerindeki köprüyü geçip Sart Mustafa köyüne giriyoruz. Köyün ortalarından sağa dönüp ince asfalt yoldan Sart/Paktolos çayını, çayın kıyısındaki altın işliklerini izleyerek Artemis Tapınağına varıyoruz. Devasa sütunlardan oluşan muhteşem yapıyı hemen arkasındaki IV. Yüzyıldan kalma küçük şapeli, Amerikalı arkeologların ( ? ) arkalarında bıraktıkları vinci Dr. Bülent ŞAHİNCİ’nin anlatımı ile gezdikten sonra birebir yapılmış Lidya evini gezemeden ayrılıyoruz. Köyün - ve dolayısı ile antik Sardis’in- ortasından geçen yola çıkıp yolun karşı sırasındaki kalıntılara yöneliyoruz. İsa’dan önce’den, İsa’dan sonraya dönemsel bir geçiş yapıyoruz. Tarihçesi İÖ 2 bin yılına dayanan, Lidya krallığının başkentliğini yapmış, Paktolos çayının Boz dağdan sürükleyip getirdiği altınlarla ilk altın paranın basıldığı, Midas’ın eşekkulakları gibi birçok söylenceye konu olmuş Sart/Sardis İS 17 yılındaki depremlerle tamamen yıkılmış ve Roma kralı Tiberius’un yardımları ile yeniden inşa edilmiş, en görkemli zamanlarını da Roma İmparatorluğunun tüm topraklarında sağladığı barış dönemi Pax Romana döneminde yaşamıştır. Anayolun solunda onarılarak eski görkemine kavuşturulmuş anıtsal bir yapı görüyoruz. Döneminde Lise işlevi gören Gymnasium. Gymnasiumun doğu bitişiğinde onun geniş avlusuna eklenmiş durumda çok güzel mozaiklerle bezenmiş İS III. Yüzyıldan kalma sinagog kalıntılarını görüyoruz. Sinagogun duvarları boyunca ve bugün az bir kısmı günışığına çıkarılmış, Sardis’ten Afganistan’a kadar uzanan kral yolu kıyısında sıralanan iyi korunmuş dükkânları geziyoruz. Gymnasiumun hemen arkasında üç bölümden oluşan Roma hamamı da bütün haşmetiyle karşımızda duruyor.
Gymnasiumun avlusu palaestrada koşturan, güreşen, yarışan genç Lidyalıları hayal ederek otobüsümüze biniyoruz.
Pırıl pırıl tertemiz Değirmen restaurantta Salihli’nin ünlü Odun Köftesini yemek için duruyoruz. Dağlarda kekik otlayarak, dolaşarak özel beslenmiş koyunların etinden meşe odununun közünde pişen köftelerle kendimize güzel bir ziyafet çekiyoruz. Çaylarımızın ardından yeni rotamız Yanık Yöre’nin kenti KULA.
Kula Belediyesinin önünde bize Kula’yı gezdirecek gönüllü yerel rehberimiz Kula sevdalısı Sayın Hüseyin ŞAHİN ile buluşuyoruz.
Kısa bir hasbıhalden sonra fotoğraf makinelerimizi alıp otobüsü terk ediyoruz. Hüseyin Şahin’in peşinde Kulanın dar sokaklarında zaman içinde kayboluyoruz. Önce çukur çeşmeyi görüyoruz. Daha önceleri tüm Kula’da on iki tane olan bu çeşmelerden bir tane kalmış ve belediyede onu restore ederek korumaya almış.
Dört kişinin taşıdığı bir tabutun ya da iki yanında küfe olan eşeğin geçebileceği genişlikte bir labirenti andıran dar sokaklarda ilerliyoruz. Dar sokakların iki yanında yükselen ve evlerin özel yaşamını yabancı gözlerden saklayan rengârenk yüksek duvarlar arasında ilerliyoruz. Yüksek ve geniş iki kanatlı ahşap eski kapılardaki kapı tokmakları ve İTİMAD-I MİLLİ tarafından sigortalandığını gösterir eski Türkçe ve yeni Türkçe mühürler dikkatimizi çekiyor. Rehberimiz Hüseyin Bey cebinden bir takım anahtar çıkarıp kapının birini açıyor ve bizi avluya davet ediyor. Terk edilmişliğin hüznünü ve yıkımını yaşayan mavi badanalı avludan geçip konağın ha yıkıldı ha yıkılacak durumdaki tozlu ahşap merdivenlerini tırmanıyoruz. Başodayı, gelin odalarını gezerken tavanlardaki, oda kapılarındaki, merdiven tırabzanlarındaki ahşap işçilikleri bize bu konaklarda yaşanan ihtişam hakkında ipuçları veriyor. Yola devam ediyoruz. Restore edilmiş ve aslına uygun şekilde döşenmiş bir başka Kula evini gezdikten sonra sanki zamanın yıkımına karşı birbirine sarılmış, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını düşünür gibi kafa kafaya vermiş ve sevda ile öpüşen Kula evlerini sevgiyle ve hayranlıkla fotoğraflıyoruz. Burası fotoğrafçılar, sinemacılar ve ressamlar için bir cennet, doğal bir plato.
Kimse tarafından rahatsız edilmeden, sıcakkanlı Kula insanının içten konukseverliğinde selamlaşarak dolanıyoruz. Rehberimiz Hüseyin SAHİN bir konağın çıkması üzerindeki kök boya ile yapılmış bezemeleri ve çatı çıkıntılarındaki işçiliği gösteriyor. Dar sokaklardan tekrar geniş bir meydana çıktığımızda karşımıza restore edilmiş XIV. Yüzyıldan kakma Kurşunlu Camii çıkıyor.
Kurşunlu Camiden sonra tekrar dar sokaklara Demirciler Arastasına, Bakırcılar Arastasına dalıyoruz. Artık günümüzde sayıları iyice azalan el sanatı ustalarının çalışmalarını görüntüleyip içten bir selamla kolay gelsin diyoruz.
Kula’nın ünlü leblebisinden, Kula ekmeğinden ve helvasından almak için dağılan ekibi toplamakta hayli zorlanıyoruz. Ama tarih Aralık ayının 16sı yılın en kısa günlerinden biri ve güneş batmadan önce Kula’ya 20 km mesafedeki peribacalarına ulaşmamız gerekiyor. Güçlükle yola koyuluyoruz. Peribacalarının bulunduğu vadiye vardığımızda güneş dağların ardında kaybolmuştu. Kalan ışığın aydınlığı ile yetinip Kuladokyayı hayranlıkla izliyor ve görüntülüyoruz.
Artık dönüş zamanı. Artık söylenecek sözler söylendi, görülecek olanlar görüldü, şimdi eğlence vakti deyip darbukanın göbeğine vuruyoruz. Şarkılarla türkülerle iki buçuk saatlik yolun nasıl geçtiğini anlamadan İzmir’e varıyoruz. Yorgun ama mutlu bir sonraki gezide buluşmak üzere ayrılıyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

ALLİANOİ - BERGEMA -İZMİR; TÜRKİYE

SULAR ALTINDA ALMADAN SON BİR BAKIŞ: ALLİANOI

Hastanemiz gezi topluluğu olarak gezi programımızı yapmak için toplandığımızda hiç tartışmasız ilk sıraya Bergama – Allianoi gezisini aldık. Acelemiz vardı; en iyi korunmuş durumdaki Roma devri termal banyo kalıntıları Yortanlı Barajının suları altında kalmadan son bir kez görmek için aceleciydik.
Pazar sabahı, puslu bir bahar sabahına uyandık. Saat 07.30 da ekibimizi toplayıp yola çıktık. Rehberimiz Dündar OZAR’ın güzel İstanbul Türkçesi ile verdiği bilgileri dinledikçe yaşadığımız bölgenin eski uygarlıklar açısından ne kadar zengin olduğunu ve bu konuda ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzu anladık. Yolda Yeni Şakran yakınlarında kahvaltı molası verdik. Bergama’ya vardığımızda ilk hedefimiz kale ve Akropol’du. Dar ve virajlı yoldan tırmandığımızda girişte bizi bi sürpriz bekliyordu. Önceleri %80’lik devlet memuru indirimi ile yaklaşık iki üç YTL olan ören yeri giriş ücretleri 10 YTL ye yükseltilmişti. Ören yerleri ve müzeleri gezme kültürü olmayan halkımızı bir de ödeyemeyeceği giriş ücretleri belirleyerek buralara nasıl çekeceğiz? Her neyse, biz buraları görmek için gelmiştik ve ücreti ödeyerek girdik.

Dündar Beyin rehberliğinde önce ana yapısı Berlin Müzesine kaçırılan Zeus Sunağının temellerini izlerken ana yapıyı hayalimizde canlandırdık; kütüphanenin kalıntılarını gördükten sonra,. Dünyanın en dik ve seyyar sahneye sahip tek tiyatrosunu gördük oynanan oyunları ve konserleri düşledik. Kemerli ve tonozlu yapılarla oluşturulan platform üzerine inşa edilen tapınak ve kral saraylarından sonra yeniden otobüsümüze binip tarihin ilk tıp kompleksi olan ve kapısında “ Buraya Ölüm Giremez” yazan Asklepion’a indik. Ana caddesi, kütüphanesi, odeonu, termal su ile ısıtılan banyoları, hidroterapi ve psikoterapi bölümlerinden oluşan kompleksi yine Dündar Beyin anlatımı ile dolaştık.

Öğle yemeğinden sonraki hedefimiz, Allianoi idi. Yakın bir zamanda Yortanlı Barajının suları altında kalacak ve 17 metre su ile örtülecek olan iki ana caddesi, çift kemerli Roma Köprüsü, 9700 metrekarelik kullanım alanıyla Anadolu’nun en büyük termal yapısı, anıtsal çeşmeleri ve nekropolüyle bir termal merkez Allianoi. Halen kurtarma kazılarının ve sivil toplum örgütlerinin kurtarmaya yönelik yoğun kampanyalarının devam ettiği ören yerini buruk bir hayranlıkla geziyoruz.
Bir hafta boyunca aralıksız yağan yağmur sularının ve onların getirdiği millerin dolduduğu kazı alanını görünce, ekonomik ömrü elli, altmış yıl olan bir baraj gölünde birikecek ve Allianoi’yi yok edecek çamur birikimini düşündük. Bir taraftan da baraj mı?, tarih mi? İkilemini düşünüyorduk..

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER