9 Ocak 2010 Cumartesi

FOÇA - İZMİR; TÜRKİYE

FOÇA

“… Panorama, Stelyos’un karşısındaydı..Kale Burnu ile Fener Burnu’nun çaprazındaki İngiliz Burnu, sanki kollarını birbirine uzatarak eşi emsali bulunmayan bir liman yaratmışlardı.İngiliz Burnu’nun hemen ucunda ve yanındaki iki küçük ada, birer takı gibi duruyorlardı. Biraz ötede İncir adası ile hemen arkasındaki Oğlak adası, ağzını kapattıkları koyu çırpıntısız bir göle dönüştürmüşlerdi. İngiliz Burnu’nun arkasında, büyük Orak adası ile daha gerilerde duran Metelik ve Hayırsız adaları manzarayı tamamlıyordu. Stelyos, aşağıdaki adaları, Foça’nın karşısında demir atmış gemilere benzetti. Onlar bu antik kenti düşmanlar, rüzgârlar ve dalgalardan korumakla görevlendirilmişti sanki.”
Yazar Kemal ANADOL, Büyük Ayrılık adlı kitabında kahramanı Stelyos’un ağzından böyle anlatıyordu Foça’yı.

Biz de tam o noktadayız. En son tepeyi de tırmanıp inişe geçtiğimizde Foça ayaklarımızın altındaydı. Aracımızı park alanına çekip Limanı ve dantel gibi işlenmiş adaları seyrettik. Denizden gelen serin sabah rüzgârı ile ruhumuzu yıkadık. Yıkık yel değirmenlerinin çağrısına uyarak Foça’ya indik.

Bu huzur dolu kasabaya ilk kez üniversite yıllarında gelmiştim. ODTÜ’de okuyan sevgili arkadaşım Melih’in davetlisi olarak bir yaz hafta sonu gelmiş, Melihlerin çarşının içindeki dar sokaklardan birinde olan evlerinde misafir olmuş, çarşının çıkışındaki tatlıcıda keşkülümüzü yemiş, bugün sitelerle kaplandığı için hangisi olduğunu çıkaramadığım bakir Mersinaki koylarında denize girmiştik. Daha sonraki yıllarda da Çanak Koyunda bir yazlık alan babamları ziyaretimde mutlaka Eski Foça’da bir mola verir, dar sokaklarında ve çarşısında dolanır, balık halini gezer ve balığımızı alıp yola devam ederim.

Sığacık’tan sonra bana huzur veren, günlük düşüncelerden ve kaygılardan arındıran bir yöredir Foça. Aracımızı Otogarın karşısına park edip Küçük Denize doğru yürüyoruz. Arnavut kaldırımı taş sokaklardan yarımadanın ucun, kaleye doğru ilerliyoruz. Foça, Truva savaşları sırasında destanını yazmak için Foça’ya gelen HERODOT’ UN dediği gibi yeryüzünde bizim bildiğimiz en güzel yerde ve en güzel iklimde Phokai’liler tarafından kurulmuş. Denizci bir ulus olan Phokaililer ayrıca Karadeniz de Samsun ve Lapseki’yi, Fransa’da Marsilya’yı, Korsika’da Alala, İspanyada Ampuria şehirlerini kurmuşlardı Bordası açık denizlerin fırtınalarına, sert dalgalara dayanıklı ve hızlı gemileri ile limandan limana koşup duran Phokaia’lılar kültür de taşımışlar gittikleri yerlere. Fransa’ya alfabeyi götürmüşler, Akdeniz’in birçok kıyısına zeytinciliği yaymışlar. Zengin bir kent olmuşlar, paraları her yerde geçerli ve değerliymiş.
MÖ. 6. yüzyılın ilk yarısı Perslerin önlenemez yayılışına tanık oldu. Önünde hiçbir ordunun dayanamadığı Pers orduları Phokaia’yı kuşattılar. Kent daha önceden 18-20 metrelik surlarla çevrilmişti ama hiçbir sur Persleri durduracak kadar güçlü değildi. Savaşan Phokaialılar daha fazla direnemeyeceklerini anlayınca teslim olmak için bir gece süre istediler. Pers komutanı Harpagos bunu kabul etti, gece bitip sabah olduğunda ses soluk yoktu. Persler kente girdiklerinde bir uyuz köpekten başka tek canlı bulamadılar. Köle olmaktansa yurtsuz kalmayı seçen Phokaialılar kentin altındaki tünellerden değerli eşyalarını da gemilere yükleyip çoktan denize açılmışlardı. Önce Romalıların, ardından Cenevizlilerin ve 1455'te de Osmanlıların eline geçen Foça, Akdeniz, Karadeniz ve Ege sahillerindeki bir çok yerleşimin de anakenti.


Eski caminin yanından, otoparkın içinden geçip kıyısında balık restoranlarının dizildiği ve balık halininde bulunduğu limana iniyoruz. Küçük ama sevimli; taptaze balıkların tezgâhlarda sergilendiği balık halini dolaşıyoruz. Levrekler, Çipuralar, Barbunlar, sarpalar, karagözler yan yana uzanmış. Uzun bıyıklı, kırmızı, ilginç ve kokutucu Ada balıkları da tezgâhlardaki yerini almış. Balığımızı seçiyoruz ve temizletip alıyoruz. Balık Halinden çıkınca limanda dizili rengârenk gövdelerinin aksi suya yansıyan kayıkların ötesinde Foça’nın eski taş evlerini, restoranlarını, öğretmen evini karşımızda buluyoruz. Eski küçük taş binalarının oluşturduğu ikiyüzelli – üç yüz metrelik, üstü sarmaşıklarla örtülmüş sessiz sakin çarşısında dolanıyoruz. Köşedeki Dibek Kahvecisinde bir yorgunluk kahvesi içip soluklanıyoruz. Aracımıza binip kıyıyı takip ederek Arnavut kaldırımlı yolda yavaş yavaş ilerliyoruz ve bu huzur dolu ilçeyi terk ediyoruz.
Çanak Koyundaki yazlığımıza dönüyoruz. Sezonun gelmemesi ve hafta içi bir gün olması nedeniyle derin bir sessizlik hâkim. Yalnızca rüzgârın ve kıyıya vuran denizin sesi var. Mangalımızı yakıp balıklarımızı hazırlıyoruz.
Şimdiki hedefimiz Yeni Foça yakınlarındaki Kozbeyli Köyü. Mübadele öncesi Türk ve Rumların birlikte yaşadığı, günümüzde kaybolmuş ama birkaç gönüllü tarafından yeniden üretilmeye çalışan Foçakarası üzümlerinin yetiştiği, Çandarlı ve Nemrut körfezini yukarılardan seyreden bir köy Kozbeyli. Köy Meydanında Ömer Yalçınkaya’nın Antikkozu karşılıyor bizi. “- Merhaba” deyip sohbetimize başlıyoruz. Son derece samimi, cana yakın, konuksever Sayın Ömer Yalçınkaya’dan köyü dinliyoruz. Sonra bize çizdiği rotadan köyü gezmek üzere vedalaşıyoruz. Bize Kozbeyli ile ilgili kitapçığı hediye ediyor. Önce Pınar Deresi mevkine yöneliyoruz. Nasıl, hangi açıdan fotoğraflayayım derken bir sıcak Merhaba ile daha karşılaşıyoruz. Karşıyakalı eski Mali Müşavir Mustafa Bey bizi evinin bahçesine davet ediyor. Kozbeylinin en eski evlerinden birisi olduğunu söylediği evini 1998 de almış, restore etmiş, işini de kızına devretmiş yeni yaşamının keyfini sürüyor çay teklifini bir başka ziyaretimize erteleyerek kapısında hicri 1027 tarihi bulunan Köy Camii’ne ve onun hemen yanındaki KUZUBEYİ kulesine yöneliyoruz. Tamamen savunma amaçlı yapılmış bu kule evin pencereleri yok ve sadece düşmana ateş açılacak mazgal delikleri bırakılmış. Caminin yanından yola çıkıp Rum mahallesine gidiyoruz. Kemal ANADOL’un kitabında uzun uzun anlattığı Çapkınoğlu meyhanesi – bugün virane halinde ve dam olarak kullanılıyor – ve evini görüyoruz. Evin kapısının üzerindeki tarih 1878 .
Kemal ANADOL’UN kitabında anlattığı cıvıl cıvıl yaşayan, akşamları Çapkınoğlunun meyhanesinden fasıl seslerinin yayıldığı Rum mahallesinin yerinde, yıkık dökük terkedilmiş eski taş evler kalmış. Her yer terkedilmişlik ve hüzün dolu.
. Foça’da bir öykü anlatılıyor ve öykü Foça’ya çok yakışıyor. Foça’da bir Karataş varmış, bunu herkes biliyor da nerede olduğunu kimse bilmiyor. Gezip dolaşırken bu taşa basan mümkünü yok bir daha Foça’dan kopamıyor. Çok zorlanıp bir yerlere gitse de mutlaka dönüp dolaşıp gene geliyor Foça’ya. Yolu bir kez Foça’ya düşen herkes bu öyküyü duyunca dolaşıp duruyor sokaklarda. Belki Karataş’a basarım da bu güzel yerde kalırım umuduyla. Bize kalırsa Foça’nın her yeri Karataş. Foça’yı görüp de sevmemek, dönüp gelmemek mümkün değil

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder