9 Ocak 2010 Cumartesi

KIYI KIYI ANTALYA'DAN FETHİYE'YE

YOL HİKÂYELERİ. 2
KIYI KIYI ANTALYA'DAN FETHİYE'YE

İzmir’de işyeri hekimliğini yaptığım bir hazır beton firmasının Antalya tesisideki işçilerin işe giriş ve periyodik muayenelerini yapmak için görevlendiriliyorum. Aslında görev alanımda olmayan bu tesise gitmeyi angarya olarak görmek yerine çok sevdiğim Antalya’ya gitmek için bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Uçakla gitmek yerine ailemle ve özel aracımla gitmek isteğimi belirtiyorum, kabul ediyorlar.

Antalya’nın Konyaaltı mevkiinde bir otele yerleşiyoruz. Ben işyerinde muayenelerimi yaparken eşim ve çocuklarda günlerini Konyaaltı plajı ve otelde değerlendiriyorlar. Akşamları da Antalya merkeze inip Şarampol de ya da Kale içinde dolaşıyoruz. Üçüncü gün işimi tamamlıyorum. Sabah erkenden, kahvaltı sonrası yola çıkıyoruz. Klasik Antalya – İzmir güzergahının yerine daha uzun ve zorlu ama bir okadasr da çekici bir güzergahı seçiyoruz. Kıyı kıyı gideceğiz, karanlığın çöktğü yerde konaklayacağız. İlk rotamız PHASELIS

Phaselis, Antalya-Finike sahil yolunun 35. km'sinde karşımıza çıkıyor. Artık kahverengi olan, Sarı bilgi levhasını görünce sağdaki cebe girip yolun karşısına geçiyoruz. Çam ağaçları arasında kıvrılarak inen asfaltta yaklaşık bir kilometre ilerlediğimizde Phaselis’e ulaşıyoruz. Aracımızı parkedip ana caddesinde ilerliyoruz
Elimizdeki notlara göre Antik kaynaklarda Phaselis'in M.Ö. 690 yılında Rodoslu kolonistlerce kurulduğu yazılmakta. Pers standardına göre basılmış sikkeleri M.Ö. 446'dan önceye aittir. M.Ö. 5. yüzyıl ortasında Attik-Delos Deniz Birliğine giren Phaselis'in Lykia'lılardan ayrı olarak vergi listelerinde geçirmesi dikkat çekicidir. M.Ö. 333'de kapılarını İskender'e açan şehir sırasıyla Ptolemaioslar'ın, Rodos'un egemenliğine girmiştir. M.Ö. 1. yüzyılda bir süre Kilikia korsanlarının eline geçmiş, Romalı kumandan Manilius Servilius Isauricus’un seferi sırasında korsan işgalinden kurtulmuştur. Phaselis, M.S. 3. yüzyılda tekrar karışıklık ve yağmaya uğramıştır. Arap akınları yüzünden önemini yitiren şehir 1158’de Türk egemenliğine girmiştir.
Üç limana sahip olan Phaselis'te toprak üstünde görülen kalıntıların hepsi Roma dönemine aittir. Kuzey, güney ve askeri limanların kalıntıları, agora, domination agorası, geç devir agorası, ana cadde, Hadrian kapısı, tiyatro, surlar, nekropol, aquadukt, tapınak kalıntıları görülebilen kalıntılardandır.
Ana caddenin sonunda Phaseli’in üç limanından birine ulaşıyoruz. Gezi tekneleri limana demirlemiş sükun içinde bir haziran sabahını yaşıyorlar, Yeşil ve mavinin kucaklaştığı bu limanda.
Tekrar yola düşüyoruz. Bir sonraki durağımız Olimpo – Çıralı olacak. Solumuzda çam ağaçlarının arasından uzanan Akdeniz, sağ tarafımızda zaman zaman yalçın kayalıklara dönen çam ormanlarının eşliğinde yavaş yavaş acele etmeden doğanın tadını çıkartarak ilerliyoruz. Bir rampanın ucunda görüyoruz sola yön veren ÇIRALI levhasını. Dar ve bozuk yoldan sallanıyoruz aşağıya. Karşımızda Akdeniz. Yaklaşık 8 kilometre sonra ÇIRALI Köyüne varıyoruz. Toprak yolda evlerin ve birkaç pansiyonun arasından geçip çam ağaçlarının oluşturduğu bir piknik alanına geliyoruz. Aracımızdan inip Yanartaşın yolunu soruyoruz. Dar bir patikayı gösteriyorlar, vuruyoruz yola. Vakit; öğle vakti ,aylardan Haziran, yavaş yavaş Akdenizin nemli sıcağını hissetmeye başlıyoruz. Yukarıdan gelenlere soruyoruz “ Daha çok var mı? “ diye. Zaman geçtikçe tırmanış işkenceye dönüyor, yanımıza suda almamışız. Ama geri dönmek yok. Yaklaşık yarım saatlik bir tırmanıştan sonra ilk Yanartaş’a varıyoruz. Ama Yanartaş’tan önce bir çalılığın gölgesinde soğuk içecekler satan satıcının tezgâhına sığınıyoruz. Soğuk gazozlarımızı içip serinliyoruz, nefesleniyoruz.
Gün gözüyle Yanartaşın bir özelliği yok. Şişlerine sucuklarını geçirenler bu doğal ocakta sucuklarını pişiriyorlar. Esas Yanartaş’ın daha yukarıda olduğunu söylüyorlar, ama bir bu kadar daha tırmanmamız gerekiyormuş. İki çocukla bu sıcakta göze alamıyoruz, inişe geçiyoruz.
“OLİMPOS ÇIRALI
Antalya'nın güneyinde Phaselis'ten sonra ikinci önemli liman kentidir. Torosların batı uzantılarından biri olan Tahtalı Dağıdır. Şehir, Lykia Birliği üyesi olup, Lykia Birlik meclisinde üç oyla temsil edilmiştir. Kalıntılar Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine aittir. Olympos limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Şehirdeki korsan egemenliğine M.Ö. 78’de Romalı kumandan Servilius İsauricus burayı korsanlardan temizlemesine dek düşer. Roma egemenliğinin başlaması, yeni parlak bir dönemin başlangıcı olmuştur. Erken Hıristiyanlık döneminde önemini koruyan şehir, M.S. 3. yüzyıldan itibaren tekrar korsan hücumlarına uğrar. Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan şehir, 11. ve 12. yüzyılda Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticaret merkezi olmuş ancak bu faaliyet, 15. yüzyılda Osmanlı deniz üstünlüğü ile son bulmuştur. Olympos’un birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Yamaçtan çıkan bu doğal gaz nedeniyle burası “Yanartaş-Çıralı” olarak tanınır. Çıralı'nın Olimpos'la birlikte anılmasının nedenlerinden birisi kumsallarının birbirine yakın olması ise de, kanımızca asıl neden, Yunan Mitolojisine başlıbaşma bir efsane kazandıran Yanartaş'ın Çıralı'ya yakın olması ve Çıralı'nın adını Yanartaş'dan almasıdır. Yanartaş adı verilen, sürekli yanan doğal gaz çıkışları Çıralı'yı kuzeybatıdan çeviren ofiyolitik kayaçlar içerisinde yeralmaktadır. Yunan Mitolojisindeki antik dönemde Khimaira efsanesi burada geçmiştir. Azra Erhat'ın Mitoloji Sözlüğü'nde Khimaira bahsi şöyle anlatılır;"İkisi de yer altı yaratıkları olan Typhon'la Ekhidna'nın birleşmesinden Khimaira diye bir canavar doğar. Hesiodos onu şöyle anlatır (Theog. 318 vd.):Khimaira'yıdadoğurduEkhidna, söndürülmezateşiüfleyenKhimaira'yı,korkunçvebüyük,hızlıvegüçlü,biryerine,üçkafalıKhimaira'yı:Biriazgınbakışlıaslankafası,ötekikeçi,ötekiyılan,ejderhakafasıPegasoshakkındangeldibuKhimaira'nınkocayiğitBellerophontes'lebirlikte.Homeros, aşağı yukarı Hesiodos gibi tanımladığı Khimaira'yı Bellerophontes efsanesine bağlar. Homeros'la Hesiodos'ta sözü geçmeyen bir anlatıma göre, Bellerophontes Khimaira'ya saldırmak için Pegasos atına binmekle kalmamış, kargısının ucuna (ya da kullandığı oklara) kurşun koymuş, canavarın ağzından fışkıran ateşle eriyen kurşunlar etini dağlayıp yakmış, korkunç ejderha da böylece canvermiş.Khimaira'nın bulunduğu yer Lykia'da Olympos (bugün Çıralı) kentinin arkasındaki Yanartaş diye gösterilir. Burada İlk çağda olduğu gbi bugün de dağdan doğal gazlar fışkırır ve bunlar kendiliğinden ya da bir kibritle tutuşturulup hiç durmadan yanar. Öyle ki dağda yer yer yanan ateş denizden bile gözüküp gemicilere kılavuz olurmuş. ,Skylax'ıaçıklaması gerçeğe daha uygundur "Dionysias adası, Siderus limanı ve burnu; bunun üstünde, dağda Hephaistos mabedi ve topraktan kendiliğinden fışkıran büyük alev bulunmaktadır ki, hiçbir zaman sönmemektedir. Her iki yazar da doğal ateşin fışkırdığı yerde Hephaistos'a bir tapınak bulunduğunu söylemektedirler. Gerçekten de bugün orada yapı kalıntıları ve Hıristiyanlık çağına kadar uzanan bir tapınak yeri olduğunu gösteren yazıtlar bulunmaktadır."Görüldüğü gibi Yanartaş Khimaira efsanesinin yanısıra Belferophontes efsanesine de konuolmuştur.Yanartaş, Yanar Dere vadisinin güney yamacında,serpantinitler içerisinde üç ayrı lokalite'de çıkarak yanan doğal gaza yöre halkının verdiği isimdir. Gaz çıkış lokalitelerinden en çok ziyaret edileni Yanartaş 2 olarak gösterilendir. Birinci Yanartaş'ın kuşuçumu 525 m. Kuzey batısında, Çatal Tepe'nin doğusundaki belin hemen altında deniz seviyesinden 335 m. yükseklikte ikinci Yanartaş (birincisinden 155 m. daha yüksekte) mevkii yer alır. Burada yedişerlik iki sıra halinde 14 ocaktan doğal gaz çıkışı olmaktadır. Bu kesimin yaklaşık 30 m. aşağısında yan yana üç tane yanar durumda gaz çıkışı daha bulunmaktadır.İkinci Yanartaş Çıralı Havzası'nın doruk seviyesinde yer aldığı için bu noktadan gerek Çıralı Ovası gerekse Tahtalı Dağları panoramik bir şekilde görülebilmektedir. Bu nedenle çok iyi bir seyir yeridir. Ancak buraya Çıralı tarafından ulaşmak bir hayli zahmetlidir. Birinci Yanartaş'la, İkinci Yanartaş arasındaki sarp yamaç zonu nedeniyle yerli ve yabancı turistler genellikle Birinci Yanartaşı Çıralı tarafından gelerek ziyaret etmekte ve ikinci Yanartaş'a çıkmadan geri dönmektedir. İkinci Yanartaşı ziyaret edenler ise genellikle batıdaki, Ulupınar-Karadere vadi yamaçlarını izleyen patikayı kullanarak gelmektedir. Yanartaş'a gitmek isteyen turistler Olimpos ya da Çıralı'dan minibüslerle Çıralı Ovası'nın batısını takip eden yoldan Yanar Bağazı denilen yere gelmekte buradan itibaren yayan olarak yaklaşık 1400 m. uzunluğundaki bir patikada 140 metre tırmanarak (%10 eğim) Yanartaş'a ulaşmaktadırlar.”

Yanartaş’tan inip, bir dereden geçerek Olimpos Plajına ulaşıyoruz. Kendimizi Akdeniz’in mavi sularına bırakıyoruz. Biraz önceki tüm yorgunluğumuz gidiyor. Çocuklarla oynaşıp deniz keyfinin tadını çıkarıyoruz. Yolcu yolunda gerek diyerek, duş olmadığı için tuvalet bekçisinin gönlünü yapıp hortum suyunun altında duşumuzu alıp yola çıkıyoruz.
Saat 13.00 olmuş. Karnımız da acıkmaya başladı. Açlığımızı yatıştırmak için bir seyler atıştırıyoruz. Yemek için seçtiğimiz yer Üçağız’daki Onur Pansiyon. Sevgili arkadaşım Nedret’in uzun uzun hayranlıkla anlattığı, en kısa tatilde bile üşenmeyip İzmir’den kalkıp geldiği Üçağız.
Portakal diyarı Finike’de ve Noel Baba Aziz Nicholas’ın memleketi Demre / Kale de durmadan geçiyoruz.
“DEMRE Myra (Demre) her zaman Likya`nın en önemli şehirlerinden birisi olarak bilinir. En erken sikkeler M.Ö. 3.yy tarihlenir. Fakat şehrin en azından M.Ö. 5.yy da kurulduğu tahmin edilmektedir. Roma egemenliği döneminde Myra gelişmiş ve zenginleşmiş şehirliler sivil projelere cömertçe para yardımında bulunmuşlardır. Bizans döneminde Myra önemli bir idari ve dini bir merkez olmuştur. Piskoposluk merkezi de olan Myra`da St.Nicholaus IV.yy başında Piskopos olarak görev yapmış; halka kendini sevdirmiş, inancı uğruna çok acılar çekmiştir. Myra o zamandan sonra hep haç yollu yapılan bir yer olmuştur. Bu bakımdan Demre Hıristiyan Dünyasının her bakımdan ilgisini çekmiştir. Her yıl 6 Aralık`ta Noel Baba etkinliklerini yapmak geleneksel hale gelmiştir. Likya`nın en büyük tiyatrosundan kalanlar bugün ayaktadır ve bu aynı zamanda Likya`nın en iyi korunmuş tiyatrosudur. 29 oturma sırası ve 9-10 bin seyirci kapasiteli tiyatro tepeye yaslanmıştır. Bugün bile bazen festival ve oyunlar için kullanılmaktadır. Myra metropoli muhtelif tip Likya mezarlarını önemli örneklerini ihtiva etmektedir.. Başka önemli bir kalıntı St.Nicholaus kilisesidir. Kilise bugün 7 m. toprak seviyesinin altındadır. St.Nicholaus kemikleri kilise içindeki mermer bir mezarda bulunuyordu. Fakat bazı kemikler İtalyanlar tarafından çalınmış ve Bari`ye kaçırılmıştır. Bir Rus Prensi 1862 yılında Kiliseyi restore ettirmiş olup, St.Nicholaus Rusya`da çok kutsal sayılmaktadır. Bazı kemikleri bugün Antalya Müzesinde teşhir edilmektedir. St.Nicholaus çocukları, gemicilerin ve ağır işlerde çalışan işçilerin koruyucu azizidir. Bilindiği üzere de bütün Dünya çocuklarının Noel Babasıdır. „
Özellikle Finike Demre arasındaki yol denizle kaya duvarları arasına sıkılmış dar ve virajlı bir yol. Ağır ağır ilerliyoruz. Demre’den sonra yol düzeliyor. Üçağız tabelasından sola dönüp anayoldan ayrılıyoruz. Bozuk bir asfaltta ve çıplak, kayalık bir arazide yaklaşık on – oniki kilometre yol gittikten sonra Üçağız’a varıyoruz. Üçağız küçük, sakin bir köy. Dantel gibi işlenmiş kıyılardan Kekova’ya ve Kaleköy’e bakıyor. Onur Pansiyonun hemen denizin kıyısındaki masalarına oturuyoruz. Yiyeceklerimizi ve buz gibi biralarımızı söylüyoruz. Pansiyonun önündeki tahta iskelede denize doğru ileri geri yürüyerek otomobil kullanmanın ataletini üzerimden atmaya çalışıyorum. Hasana Nedretin selamını iletiyorum, Uzun yol kaptanı olan misafirleri ile sohbet ediyorum, Tekerlekli sandalye de oturan ve “Atatürk” adlı kitabı okuyan 60 yaşlarındaki turistin dün Trabzon’dan gelen bir Avustralyalı olduğunu hayretler içinde öğreniyorum. Burası gerçekten sevgili Nedretin anlattığı kadar güzel bir yer. Uygun bir zamanda gelip kalmalı. Ama şimdi yola düşmeli. Akşam sanırım Kaş’ta konaklamamız gerekecek.
KAŞ
“Teke Yarımadası üzerinde yer alan Kaş, Likya Medeniyeti’nin en önemli kentlerinden biridir. Arkeolojik çalışmalar M.Ö. 6 bin yıllarında da burada yerleşim olduğunu göstermekte ve kentin en eski adının Habesos olduğu bilinmektedir. Tarihte Antiphellos olarak anılan kent, Büyük İskender’in Anadolu seferi sırasında Makedonya topraklarına katılmıştır. Daha sonra Seleukos’lara, Ptolemaios’lara ve Romalılara geçen şehir Bizans döneminde psikoposluk merkezi olmuştur. Kent, Anadolu Selçuklu döneminde Andifli adını almıştır. Son olarak, Yıldırım Bayezid, şehri Tekelioğulları Beyliği’nden alarak Osmanlı İmparatorluğu’na dahil etmiştir.

M.Ö. IV. yy.'da Antiphellos çok küçük bir yerleşim yeri olup biraz yukarısında bulunan Phellos'un limanı idi. Ancak Hellenistik döneme girilirken Phellos gerilemiş, Antipellos ise gelişerek daha ön plana çıkmıştır. Bu durum Roma döneminde de devam etmiş, şehir bölge ormanlarından elde edilen sedir ağacı ticareti ve süngercilik sayesinde gelişerek Phellos'un limanı durumundan çıkmış ve kendine yeten zengin bir şehir durumuna gelmiştir.

Antik kentin doğu ve kuzeyinde yer alan dağlarda ionik tarzda yapılmış, üzerinde Likya yazıları olan pek çok kaya mezarı bulunmaktadır. Halk arasında Kral Mezarı olarak bilinen Uzun Çarşı’daki Likya yazıtlı Anıt Mezar ( M.Ö 4.yy) günümüze ulaşan en güzel ve görkemli lahitlerden biridir.
Bölgede yer alan önemli eserlerden biri de Kaş Antik Tiyatrosu’dur (M.Ö.1.yy). 4000 kişilik kapasitesi olan ve 26 basamaktan oluşan tiyatro M.S. 2. yy da onarım görmüştür. Sahnesi olmayan tiyatronun en önemli özelliği Anadolu denize cephesi açık olan bir tiyatro olmasıdır.
Tiyatronun kuzeydoğusunda Akdam olarak adlandırılan M.Ö. IVyy ‘a ait dor tipinde ev tipi bir mezar vardır. Doğal kaya kesilerek yapılmış olan mezar 3.5 m yüksekliğindedir ve üstünde el ele tutuşup dans eden 24 tane kız figürü bulunmaktadır.
Hastane Caddesi’nde, temel taşları Roma döneminden kalma, dış yüzü kesme taş kullanılarak yapılmış tapınak bulunmaktadır. “

Denize inen ana cadde üzerinde temiz bir pansiyona yerleşiyoruz. Duşumuzu alıp akşam yemeği için dışarı çıkmadan biraz dinleniyoruz.

Yanartaş’ın tırmanma yorgunluğu, Olimpos denizinin yorgunluğu, yol yorgunluğu ve temiz havanın etkisi ile deliksiz bir uyku uyuyoruz. Sabah dinlenmiş olarak uyandığımızda pansiyonumuzu terasına çıkıyoruz. Sabah kahvaltımızı dingin bir Kaş sabahında Akdenize karşı yapıyoruz. Bu arada pansiyon sahibi ile yaptığımız kısa sohbet sonucu yola çıkmaktan vazgeçip bir gece daha Kaş’ta kalmaya karar veriyoruz. Kahvaltıdan sonra limana inip saat 10.00 da kalkan günlük tekne turlarına katılacağız. Kekova’ya kadar olan kıyıyı denizden keşfedeceğiz

Teknede yerimi aldıktan sonra mavi sulara açılıyoruz. Kıyıda sur kalıntıları olan antik bir kentin açıklarında yüzme molası veriyoruz. Yarım saatlik molanın ardından mavi sularda ilerliyoruz. İkinci molamız Tersane adasında. Daha sonra Kekova’nın dantel gibi işlenmiş, labirenti andıran sularında seyrediyoruz. Batık kentin içindeyiz artık. Turkuaz renkli sulara inen merdivenleri, ev ve şehir duvarı kalıntılarını ilgiyle izliyoruz. O dönemde altı cam olan gezi tekneleri henüz yoktu. Simena ( Kaleköy) ‘nın limanına demirliyoruz. Kıyıda hediyelik eşya satmaya çalışan köylü çocukları ve bir iki salaş kafeterya karşılıyor. Hava çok sıcak. Teknedeki Labrador cinsi köpeğin dili bir karış dışarıda soluyor. Kimse kaleye çıkmaya cesaret edemedi. Ama ben çıkmalıydım. Zorlu bir tırmanıştan sonra kaleye vardım. Gördüğüm manzara müthişti. Gerçekten o zorluğu çekmeye değermiş. Türkuaz ve lacivert sularda demirlemiş gezi tekneleri, kıyıda suyun içinde Lahit mezarlar, karşıda batık kent, doya doya seyrediyorum.

Tekrar teknedeyiz ve dönüş yoluna çıkıyoruz. Lacivert-Turkuaz denizi yara yara ilerliyoruz. Kulaklarımızda rüzgârın fısıltısı, damağımızda akşam çayının tadı. Saat 18.00 de Kaş Limanına iniyoruz. Pansiyonumuzda duşumuzu alıp hem Kaş’ı dolaşmak hem de akşam yemeği için Kaş’ın sokaklarına dalıyoruz.

Sabah kahvaltı sonrası yola düşüyoruz. Bugünkü rotamız Kaputaş Plajı, Kalkan, Patara ve Fethiye… Denizi solumuza alıp yola devam ediyoruz. Atlas Dergisinde fotoğrafını görüp hayran olduğum Kaputaş Plajını keşfedeceğiz. Bir süre ilerledikten sonra bir virajda karşımıza kaya duvarında derin bir yarık çıkıyor. Oldukça dar ve derin bir kanyon ağzındayız. Sol tarafımızda yaklaşık 10 metre aşağıda yeşilde türkuaza, türkuazdan laciverde dönen bir plaj uzanıyor. Aracımızı yolun kenarındaki park yerine çekip araçtan iniyoruz. Kanyonu geçen köprünün üzerinde bir tabelada bu köprünün inşası sırasında kazada ölen karayolları işçilerinin isimlerini okuyoruz. Biri henüz 17 yaşındaymış. İçimiz sızlıyor. Merdivenlerden plaja iniyoruz. Küçük çakıl taşlarından oluşan plajın denizle birleştiği yerde yüzlerce kılıç balığı – ya da zargana – yavrusu kıyıya vurmuş. Sizi içine çeken ve aniden derinleşen bir deniz. Yüzmeyi iyi bilmeyenler için tehlikeli olabilecek bir plaj. Zaten Jandarma sürekli bekliyor ve biraz rüzgârlı havada girmenize izin vermiyor. Biz oradayken hava ve deniz sakindi. Bu güzel plaja girmeden dönmüyoruz.

Plajda hiçbir tesis yok tabi duşta. Aracımızı bagajındaki su bidonundan sırayla elimizi yüzümüzü yıkayıp tuzumuzdan temizleniyoruz. Saat öğleye doğru ilerliyor ve sıcakta kendini hissettirmeye başladı. Yola devam edip Kalkan’a doğru ilerliyoruz. Kalkanın girişinde denizi çok yükseklerden gören kartal yuzası gibi konuşlanmış bir tesis karşılıyor bizi. Gerçekten müthiş bir manzaraya sahip Sola dönüp Kalkan’ın merkezine iniyoruz. Hediyelik eşya dükkânlarının bulunduğu dar Kalkan sokaklarında kimseler yok. Limanı karşıdan gören bir kafeteryaya oturup öğle yemeğimizi alıyoruz. Yemekten sonra Türk kahvemizi içip biraz keyif yapıyoruz.
Su ve içecek takviyemizi yapıp tekrar yola düşüyoruz. Rotamız kumsalı ve plajı ile ünlü Patara. Kalkan’dan çıktıktan 10 km sonra Patara yol ayrımından sola dönüyoruz. Yaklaşık 6 km sonra antik kent ve Gelemiş köyü sizi karşılıyor. Gelemiş köyünün çıkışında Üç kemerli giriş kapısından geçiyoruz. Sağlı sollu Nekropol uzanıyor. 7 km sonrada sahile ulaşıyoruz. 15 km uzunluğunda, ince kumlardan oluşan, caretta’ların yumurta bıraktığı bu plaj koruma altında. Kumul hareketlerini önlemek için kumulkıranlar yapılmış. . Kum taşınmasını önlemek amacıyla geliştirilen bir proje dâhilinde iklime uygun dikilen akasya ve bitki türleri bölgeye ayrı bir güzellik katarken; koyu pembe çiçekli zakkumlar ve çam ağaçlarıyla bütünlük sağlıyor.
Çöl benzeri plajdan denize çıplak ayakla ulaşmak, hele saat 15.00 te bu işi başarmaya kalkmak mümkün değil.

Anadolu uygarlıklarından Likya'nın önemli limanlarından biri olan Patara, doğanın cömert davrandığı bir bölgede yer alıyor. Çölü anımsatan kumları, tertemiz denizi ve çam ormanlarıyla ünlü yöre, bünyesinde birçok sürpriz saklıyor Tiyatro, su kemerleri, anıt mezarlar, lahitler ve kilise, arkeolojik çalışmalar sonucunda gün ışığına çıkarılanlardan. Fakat kentin büyük bir bölümü, rüzgârlarla bir yerden bir yere taşınan kumlar altında saklı
Lykia birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisi. Lykia birliği toplantılarının çoğunlukla Patara’da yapıldığı yazılıyor tarih kitaplarında. Lykia dilinde Patara olarak anılan kentin M.Ö. 5. yüzyılda var olduğu ve İskender’in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Bir inanışa göre Patara’yı su perisi Lykia ile tanrı Apollon’un oğlu Patarus kurmuş. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımış. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, Hıristiyanlarca da önemli sayılmış.

"LIKYA DEMOKRATIK PARLAMENTO BINASI"
“Patara’ da bulunan meclis binası, önümüzdeki yillar içinde köyün kaderini değiştirecek niteliktedir. “Eger mükemmel bir konfederasyon cumhuriyet örnegi vermem gerekirse Likya’yı gösteririm”. Montesquieu, De L’Esprit des Lois (1748) Bu saptama, ABD’nin 1787 yilinda kabul edilen Birlesik Devletler Anayasasi’nin biçimlendirilişinde etkili olmuştur.1776 tarihli tutanakların 1081. yaprağında bu olgu, “Montesquieu’ye göre Likya Konfederasyonu ” olarak öne çikarilir. Önümüzdeki yıllarda Amerikan Anayasasının kutlamalarının Patara meclis binasında yapılması için çalışmalar başlatılmıştır.”
Not: Günümüzde Meclis Başkanı Köksal TOPTAN tarafından 2010 yılında düzenlenecek etkinlik için çalışmalar devam etmekte.
Patara plajını ve denizini de deneyimledikten sonra plajın girişindeki salaş kafeteryada soğuk meşrubat içerek susuzluğumuzu gideriyoruz. Artık hedefimiz Fethiye. Çalış’ta bir ailenin işlettiği bahçe içinde temiz bir pansiyona yerleşiyoruz. Akşam yemeği öncesi Fethiye merkeze inip dolaşıyoruz. İki günümüzü Fethiye’de geçirmeye karar veriyoruz.
Fethiye ve çevresi çok zengin bir gezilecek, görülecek yere sahip. Bu günkü programımıza, 51 km mesafedeki Saklıkenti alıyoruz. Saklıkent tabanında bvir derenin aktığı, kayalar içindeki bir kanyon. Belli bir mesafeye kadar kanyon içinde yürüyebiliyorsunuz. Bir süre sonra artık özel teçhizat ve beceri gerektiriyor. Biz de soğuk suyun içinden geçip gidebildiğimiz yere kadar gidiyoruz. Özellikle kışın suların çok olduğu dönemde kayalar hem yuvarlanmış hem de üzeri sanki cilalanmış gibi. Islak ayakla çok kaygan oluyor ve tehlike yaratıyor. Tekrar girişe dönüyoruz. Ağaçların gölgesinde kurulmuş yer sofrasında alabalığımızı yiyoruz. Kanyonun içi dışarıya göre oldukça serin.
Fethiye’de ikinci günümüzde bu kez rotamız aynı güzergâhtaki Kayaköy ve Ölüdeniz. Kahvaltıdan sonra öncelikle bir doğa harikası olan Ölüdeniz’e gidiyoruz. Türkiye’nin tanıtım afişlerinin ve kartpostalların vazgeçilmez görüntüsü olan Lagüne doğru gidiyoruz. Masmavi açık denizin aksine Lagünün suyu koyu yeşil. Kâh denize giriyoruz, kâh lagünde deniz bisikletiyle dolaşıyoruz, kâh çamların gölgesindeki şezlonglarda uzanıp Babadağ’dan süzülen rengârenk yamaç paraşütlerini seyrediyoruz.
Gün akşamüstüne dönüp, sıcak biraz azalınca Kaya Köy’e doğru yola çıkıyoruz. Kaya Köy oldukça büyük terkedilmiş bir Rum köyü. Bugün tam bir hayalet köy görünümünde. Köyün terk edilmiş sokaklarında dolanıyoruz. Evlerin çoğu ve kiliseler halen ayakta ve sağlam. Köyün girişindeki bir kilisenin demir parmaklıkları ardından içerdeki kemik yığınlarını seyrediyoruz. Bunlar nedir, nereden gelmiş bu kilisede toplanmıştır, bilmiyorum. Bugünlerde AB çerçevesinde bir projeyle bu köyü sanat ve kültür köyü şeklinde canlandırma çalışmaları yapılmakta.
Terkedilmişliğin ve yalnızlığın hüznünü yaşayan Kaya Köyden ayrılıp Fethiye’ye dönüyoruz. Akşam yemeğinden sonra Fethiye’nin gecesini de görüp erkenden yatacağız. Yarın artık İzmir’e dönüş günümüz.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder