9 Ocak 2010 Cumartesi

ŞAVŞAT - ARTVİN; TÜRKİYE

SAKLI CENNET: ŞAVŞAT

İstanbul aktarmalı olarak Trabzon’a indiğimizde saat daha sabahın dokuzuydu. Havaalanından doğrudan otogara geçtik. Bizi ısrarla Şavşat’a davet eden Sevgili Yavuz’un davetine nihayet icabet edip, Yavuz’un yerimizi ayırttığı Şavşat midibüsüne eşyalarımızı yerleştirdik. Midibüsümüzün hareket etmesine yaklaşık 45 dakika vardı. Sabah mahmurluğunu ve yol yorgunluğunu atmak için çay salonuna oturduk, çayımızı söyledik. Yaklaşık 10 gün önce bir akşam toplantısında –alkolünde etkisi ile- Şavşat’a gitmeye aniden karar vermiştik ve Sevgili Hakan KILAVUZ organizasyon becerisini göstererek, uçak biletlerimizden kalacağımız otellere; hatta Trabzon’dan kiralayacağımız minibüse kadar tüm organizasyonu yapmıştı.

Ve şimdi Şavşat minibüsündeydik. Hopa’ya kadar solumuzda deniz sağımızda yemyeşil dağlar, fındık ve çay bahçeleri güle oynaya geldik. Hopa’da sahilden ayrılıp yemyeşil dağlara vurduk. Borçka’ya kadar yeşillikler içinde dolana dolana zevkli bir yolculuk yaptık. Borçka’dan sonra işler değişti. Yapımı süren Muratlı Barajı nedeniyle oldukça bozuk bir yolda kah tepelere tırmanarak kah dere içindeki servis ollarına inerek zorlu bir yolculuk başladı. Yolun bir yerinde patlamalar nedeniyle yaklaşık bir saate kadar yol ulaşıma kapatıldı.
Yaz sıcağında güneşin altında Muratlı barajının inşaatını seyrederek bekleştik. Artvin yol ayrımı Köprübaşı’na geldiğimizde artık gün inmişti ve Trabzon’dan yola çıkalı yaklaşık beş buçuk saat olmuştu. Burada araç değiştirecektik. Valizlerimizi midibüsten aldık ve köy minibüsünün üstündeki bagaja yerleştirdik ve sıkıca bağladık Diğer minibüs yolcularıyla selamlaşıp yerlerimize oturduk. Yeşillikler içinde, delice akan dereyi sağımıza alıp dar asfalt yolda kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladık. Yaklaşık yarı saat sonra bir subaşında mola verdik. Yol kenarındaki manavdan biraz meyve alıp buz gibi akan çeşmede yıkadık ve açlığımızı bastırdık. Elimizi yüzümüzü yıkayıp tekrar yola koyulduk. Yaklaşık yine yarı saat süren bir yolculuktan sonra yemyeşil köknar ormanları ile kaplı vadi içine kurulmuş Şavşat’a ulaştık. Yavuz’un ilkokul arkadaşı çıkan minibüs şoförümüz bizi Yavuz’un babasının dükkânı önünde indirdi. Sarılıp kucaklaşarak hasret giderdikten sonra birer yorgunluk çayı içip sohbete daldık. Çaylarımız bitip bir nebze dinlenince valizlerimizi Yavuzun kamyonete yerleştirip Yavuzların evine hareket ettik.

Kalacağımız evin terası tüm Şavşat’a hâkim bir konumdaydı. Duşumuzu alıp odalarımıza yerleştikten sonra akşam yemeği için terasta buluştuk. Yavuzun babası sevgili Özden Amca ve annesi, Yavuzun sevgili eşi şükran bizi ağırlamak için müthiş bir yarışa girdiler. Mükellef bir akşam yemeğinden sonra Haziran ayının 24 ü olmasına rağmen soğuktan ürpermeye başladık. Ortaya mangal içinde bir Çingene ateşi yakıp polar kabanlarımızı, ceketlerimizi giyindik. Özden Amca da “ Dur, bi tanışak “ diye 70 lik rakıyı açtı. Yavuzun amcaoğlu Ercan da Cümbüşünü eline alıp fasıla başlayınca iki kadehten sonra soğuk falan işlemez oldu.

Tüm yol yorgunluğuna, alkole ve gecenin geç saatinde yatmamıza rağmen sabah erken saatte tüm yorgunluğumuzu atmış, uykumuzu almış, dinç bir şekilde uyandık. Mükemmel bir kahvaltı sofrası terasta bizi bekliyordu. Yavuzun sevgili annesi kuymaktan mıhlamaya kadar yerel tüm lezzetleri, kendi ineğinden eliyle sağdığı mis gibi sütü, yumurtayı masaya dizmişti.
Tüm bu güzellikleri ne yazık ki hızlı bir şekilde yemeliydik çünkü bugün Yayla şenliklerine katılacaktık ve organizasyonun başındaki isim olan Yavuz çoktan yaylaya gitmişti bile. Kahvaltı sonrası iki minibüse yerleşip Karaköy yaylasına doğru yola çıktık. Sevgili Şükran yol boyunca geçtiğimiz yerler, köyler hakkında bize bilgi veriyordu. Ardahan yolunda bir sapaktan ayrılıp yayla yoluna vurduk. Bir süre orman yolunda ilerledikten sonra köknar ağaçlarıyla yeşillenmiş, üzerinde rengârenk çiçeklerin açtığı, bacalarından duman tüten tek tük ahşap evlerin bulunduğu yaylaya vardık. Ağaçların altına kilimler serilmiş, yer sofraları kurulmuş, bir köşede döner ekmek ve ayran servisi yapan büfet diğer tarafta konuşmaların yapılacağı kürsü…; her şey hazır bizi bekliyorlardı. Bizim yaylaya girmemiz ile birlikte Sevgili Yavuz’un açılış konuşması ile şenlik başladı. Akordeonun ve kemençenin nağmeleri eşliğinde genç yaşlı Şavşatlılar hemen horona BAĞLANDILAR. Biz durur muyuz İzmir ekibi olarak biz de bağlandık, bir iki acemilikten sonra müziğin ve horonun ritmine ayak uydurduk. Ama biz şehirlilerde kondisyon sorunu var horon gittikçe hızlanınca bizim nefesimiz bitti ve tıknefes kaldık.

Halat çekme, çuval yarışı vs oyunlarla gün ilerlerken, üstümüze kara bulutlarda toplanma başladı. Daha kilimlerimizi toplamaya fırsat bulamadan yağmur bastırdı.. Herkes köknarların altına, şemsiyelerin altına sığındı. Hava karardı, dönüş yolculuğu başladı. Bir sorun vardı sabah geldiğimiz şoförlerin hepsi sarhoştu. Sonuçta araçları kullanmakta bize düştü. İlerleyen günlerde anladık ki Şavşat’ın şoförleri tek seferlik. Dönüş için yanınızda mutlaka ehliyetli birini bulundurmak gerekiyor. Geceye terasta Çingene ateşin etrafında, Ercan’ın cümbüşü ile devam ettik. Yavuzun annesinin söylediği söz aklımızda kalan en güzel şeylerden biriydi.
“Küknerin altında daldalandık da bir demçe yağmur düşmedi.” (Köknarın altına sığındıkda bir damla yağmur üstümüze düşmedi)

Sabah uyandığımızda hava hala bulutluydu. Yağmur pusuda bekliyordu. Kahvaltı sonrasında hedefimiz Efkâr Tepesiydi ve yürüyüş mesafesinde olduğu için arabayı almayıp sohbet ederek yürüyorduk. Fakat daha yolun yarısına gelmeden pusudaki yağmur bütün haşmetiyle boşaldı.. Saçakların altına sığınıp Yavuzun arabayı getirmesini bekledik.

Fakir BAYKURT’un kitaplarını yazdığı Efkar Tepesi Şavşat’ın çıkışında etrafı köknar ormanlarıyla çevrili ve çevreye hakim bir tepe. Buradaki çay bahçesinin sundurmasına oturup bir yandan çayımızı içiyor bir yandan da muhteşem manzaranın tadını çıkarıyorduk Bu arada öğleden sonraki programımız için durum değerlendirmesi yapıyorduk. Öğleden sonra Yavuz’un anlata anlata bitiremediği Şavşat Karagöl’e gidecektik. Ama yağmur işleri bozdu. Hulusi yolun yağmurdan ne derece etkilendiğini bilmediği için çekiniyordu. O eve gidip terasta çorba içmekten yanaydı. Bense bu kadar yolu gelip te Karagölü görmeden dönmekten yana değildim. Sonuçta benim ısrarımla Karagöle gitmeye karar verdik. Piknik sepetlerimizi ve kiloluk rakılarımızla akordeonumuzu alıp iki araba halinde yola düştük. Yol hiç de korktuğumuz gibi değildi. Gayet bakımlı asfalt bir yolda ilerliyorduk. Önce tipik bir Karadeniz köyüne geldik. Kütüklerden yapılmış Karadeniz evlerinin fotoğraflarını çekmek için kısa bir mola verdik. Yağmurda zamanla önce hızını kaybetti sonra da tamamen kesildi. Milli park alanına girdiğimiz de Karagölün muhteşem manzarası bizi karşıladı. Gerçekten bu güzellik karşısında sarsılmamak mümkün değil. Pansiyon olarak kullanılan orman işletmesin ait yapının arkasındaki piknik alanına yerleştik. Biz misafirler hayranlık içinde gölü ve çevresini keşfederken ev sahiplerimiz nasıl becerdilerse o yağmurun ıslattığı odunlardan bir kamp ateşi yaktılar. Bir süre sonra ıslak toprak ve çam kokusuna sucuk ve etlerin kokusu ile rakının keskin anason kokusu karıştı. Birkaç kadeh rakı sonrası akordeon canlandı ve horon bağlandı. Bu kez horona yabancı konuklarımızda vardı. Sabancı Üniversitesinde öğretim üyesi olan İsrailli bir çift v oğulları bize eşlik etti.
Hava kararırken toparlanıp yola çıktık. Tabii şoförlerimiz yine sarhoştu. Sevgili Hakan bir yandan arabayı kullanıyor arada da dirseği ile üzerine düşen şoförümüzü düzeltiyordu. Ormancıların aracının rehberliğinde Şavşat’a dönebildik.

Sabah ayrılık vaktiydi. Üç gün süreyle bizi büyük bir konukseverlikle ve gönülden misafir eden AKALTUN ailesine ve Yavuz’a veda edip Trabzon’a hareket ettik.. Şavşat halkının sıcaklığı ve doğanın güzelliği ile dolu dolu geçen bir üç gün yaşamıştık.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder