9 Ocak 2010 Cumartesi

DOĞU KARADENİZ; TÜRKİYE

KOYU YEŞİL, KARADENİZ.

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde altı aylık kurs süresince birlikte olduğumuz, dost canlısı sevgili Dr. Yavuz AKALTUN’un üç yıl süren ısrarlı davetlerine daha fazla mazeret uyduramadığımız için bir haziran ayında Karadeniz yollarına düştük.

Uçağımız İstanbul’dan yaklaşık bir saat onbeş dakikalık bir uçuştan sonra sabah dokuz sularında Trabzon’a indi. Valizlerimizi alıp, bizi Artvin Şavşat’a götürecek otobüs için otogara hareket ettik. Otobüsümüz daha doğrusu midibüsümüz dolunca yola koyulduk. Ama bu kadar uzun ve yorucu bir yolculuk olacağını hiç tahmin etmemiştik. Yer yer maviyle yeşilin kucaklaştığı dar, eski yolda, yer yer mavi ile yeşilin arasına bir karakedi gibi giren Karadeniz sahil yolunda yolculuk yapıyorduk. Yemyeşil tepelere tek tek dağılmış Karadeniz evleri ve camilerini keyifle seyrederek, zaman zaman da zevksiz, ucuz müteahhit işi, yarım bırakılmış, boyasız, sıvasız apartmanlardan oluşan beldeleri üzüntüyle izliyorduk.
Hopa’da denizden ayrılıp yolumuzu dağlara yeşile vurduk. Borçka’dan sonra inşaatı devam eden Muratlı-Borçka barajı yüzünden kah tepelere tırmanarak kah derenin kıyısına inerek kah kapatılan yol yüzünden bekleyerek kah sarsıla sarsıla yolumuza devam ettik ve Artvin Köprübaşına ulaştık. Burada araç değiştirip yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Şavşat’a ulaştık. Burada sevgili Yavuz ve hemşerilerinin inanılmaz misafirperverliği ile harika bir üç gün geçirdik, yaylalar ve karagölü hafızalarımıza yerleştirdik. Bunlar ayrı bir yazı konusu olduğu için şimdilik geçiyorum.
Dönüşte Trabzon’da konaklıyoruz. Trabzon’u üs tutup buradan Rize, Gümüşhane ve yaylara gideceğiz. Şavşat yolculuğundan aldığımız dersle bu kez Trabzon’dan bir minibüs kiralıyoruz.
İlk hedefimiz Rize ve Ayder.
Daha önceki Karadeniz gezimde gördüğüm, Ordu ve Giresun kıyılarındaki fındık bahçelerinin yerini çay bahçeleri alıyor. Hem ana yol üzerindeki alanlar hem de yamaçlar kademe kademe işlenmiş ve çay bahçelerine çevrilmiş. En ufak boş bir toprak parçası görmek mümkün değil.
Aracımızı durdurup fotoğraf alıyoruz. Tekrar yola koyulduğumuzda önümüze Ardeşen çıkıyor. El yapımı silahlarıyla ünlü bu ilçemiz geçen yıllarda bunu sanaiye dönüştürmüş ve bir silah fabrikası kurmuş. Ardeşen’den tekrar yeşile vuruyoruz, Çamlıhemşin’i geçtikten sonra hedefimiz AYDER YAYLASI. Yemyeşil dik yamaçların arasında kıvrılarak ilerliyoruz, her iki yanımız çay, mısır ve fasülye bahçeleri, tek tek serpiştirilmiş gerçek Karadeniz evleri ve camiler arasında başlangıcını görüpte vardığı yeri göremediğimiz ilkel teleferikler, bazen sağımızda bazen solumuza geçen çılgın akışlı dereler ve bunların üzerinde kah asma köprüler kah taştan kemerli köprüler, dimdik yamaçlardan çağlayarak akan şelaleler… Anlatılması çok zor, gerçekten görülmesi ve yaşanması gereken bir doğa içinde ilerliyoruz. Yol asfalt ve gayet düzgün. AYDER’e ulaştığımızda aracımızı otoparka bırakıp, paçalarımızı sıvıyoruz. Hafiften bir yağmur çiseliyor. Yağmurluklarımızı giyip, şemsiyelerimizi açıyoruz. Ayderin muhteşem doğasında dolaşıyor, kartpostallarda gördüğümüz Ayder evlerini fotoğraflayarak kendi kartpostallarımızı yaratıyoruz. Ağaçtan yapılmış bir lokantaya oturuyoruz. Karadeniz’e özgü bir mıhlama söylüyoruz, bu arada sempatik aşçımızla sohbet ediyor getirdiği kızartılmış mısır ekmeği ile tereyağı ile altlık yapıyoruz. Bakır sahanlarda gelen sıcacık mıhlamaya da ekmeğimizi bandırıp sündürerek yiyoruz. Halen neden yarım olduğunu bilmediğim tereyağında kızartılmış, fileto açılmış yarım alabalığımızı da iştahla yiyoruz. Yemekten sonra kendimizi tekrar Ayder’in çayırlarına atıyoruz. Yağmur dinmiş. Yükseklerden dökülen ince bir çavlana bakan çay bahçesinde oturup çayımızı yudumluyoruz.
Artık gitme zamanı, daha çay fabrikasını ve Rize bezi üreten atölyeleri ziyaret edeceğiz. Aracımızda ıslanan ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı kuruları ile değiştiriyoruz. Geldiğimiz yoldan yine keyifle Rize’ye dönüyoruz. Yol üzerindeki çay kur’a ait çay fabrikasını gezip, yetkilinin anlattıkları dinliyoruz. Çayın nasıl üretildiğini görmek bizim için değişik bir tecrübe oluyor. Çay fabrikasından sonra sıra Rize Bezi diye bilinen Keşan üreten atölyede. Rengârenk Keşanlardan yapılmış masa örtüleri, buluzlar, gömlekler perdeler ve diğer ürünler arasında kendimizi daha doğrusu eşlerimizi kaybediyoruz. Karadeniz ekonomisine epeyce bir katkı yaptıktan sonra yorgun bir şekilde Trabzon’a otelimize dönüyoruz. Yemekten sonra yorgunluğun ve temiz havanın verdiği rehavetle ve ertesi günü yapacağımız geziyi düşünerek odalarımıza çekiliyoruz

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder