9 Ocak 2010 Cumartesi

ANTALYA; TÜRKİYE

YERYÜZÜNDEKİ CENNET: ANTALYA

İlk kez 1975 yılında gitmiştim Antalya’ya. Üniversite sınavının hemen ardından... Daha sonra da defalarca gittim. Eminim bu yazıyı okuyan birçok meslektaşımda ya tatil amaçlı ya da kongre amaçlı birçok kez gitmişlerdir. Ama kongre ya da her şey dahil sistemi ile gidilen gezilerde Antalya’yı keşfetmek ve Antalya’nın tadına varmak mümkün değil.

Bu yazıda size Antalya’yı farklı bir yönden anlatacağım. Bu kez Antalya’ya Kepez altı mevkiinden değil de batısından gireceğiz.

Yine kongre amaçlı gidişlerimden biriydi. Ama bu kez uçağı tercih etmeyip, yola çıkma tarihini de kongreden iki gün öncesine alıp eşimle birlikte kendi aracımla yola çıktım. İlk hedefim Fethiye idi. İlk gece konaklamayı burada yapacaktım. Daha önce Fethiye ve yöresini adım adım gezdiğim için Fethiye’de yalnızca bir gece konaklayıp yola devam edecektik.

Sabah kahvaltı sonrası ilk durağımız Patara oldu. Kalkan – Fethiye karayolunda Kalkandan yaklaşık 10 km sonra güneye dönülür ve yaklaşık 10 kilometrelik Patara yoluna girilir. Patara Büyük İskender’e kapılarını açmış ve bu olaydan sonra önemli bir liman kenti özelliğini kazanmıştır. Patara’ya MÖ. 100. yılda yapıldığı sanılan üç gözlü bir kapıdan girilir.
Kumlar altında kalmış tiyatrosunun dışında Caretta caretta’lara yumurtlama döneminde ev sahipliği yapa uçsuz kumsalları ile de ünlüdür. Yapılaşmaya kapatılan ve doğal sit alanı ilan edilen plajında denizi izleyip yola koyuluyoruz

Daha önce Atlas dergisinde fotoğrafını gördüğüm ve muhteşem bir doğal plaj olan Kaputaş’da ikinci molamızı veriyoruz. Turkuaz mavi ile yeşilin kucaklaştığı plaja karayolundan merdivenlerle iniyoruz. Kıyıda karaya vurmuş onlarca kılıç balığı yavrusunu merakla izliyoruz. Yanımıza gelen Jandarmanın uyarısı ile tehlikeli olduğundan yüzme arzumuzu frenliyoruz. Denizin birden derinleşmesi, zeminin küçük çakıl taşlarından meydana gelmesi ve ani patlayan deniz nedeniyle jandarma denize girilmesine pek izin vermiyor.
Yolumuzun üzerindeki Likyalılardan kalma bir kıyı kenti olan Kaş’ı bir başka zamana bırakıp, Üçağız’a doğru devam ediyoruz
Üçağız, Kaş’ı geride bırakıp rampayı tırmandığınızda, sağa dönerek kıvrıla aşağıya inen yaklaşık 8 kilometrelik bir yolun sonunda, deniz kıyısına kurulmuş bir balıkçı köyü. İstanbulluların burayı keşfedip mekân tutmasıyla balıkçı köyü kimliğinden sıyrılıp turizme yönelmiş. İrili ufaklı, yöre mimarisiyle uyumlu birkaç pansiyon var. Biz de ikinci gecemizi bunlardan birinde geçireceğiz. Adeta denizin içine kurulmuş…………… Pansiyonda. konaklayacağız.
Eşyalarımızı odaya bırakıp pansiyon sahibinin ayarladığı tekneyle denize açılıyoruz. Hedefimiz ancak denizden ulaşılabilen Kaleköy ve batık şehri görmek. Altı cam olan teknemizle seyahat ederken bir yandan da denizaltı güzelliklerini hayranlıkla izliyoruz. Simena – Kaleköy tarih, deniz ve güneşin kelimenin tam anlamıyla birbirine karıştığı ve kaynaştığı bir güzelliğe sahip. Burada masmavi ve pırıl pırıl Akdeniz sularının altında yatan binlerce yıl öncesinin uygarlık izleri insanı büyülüyor.Kalenin tarhi Likya devrine kadar bilinmektedir.. Burada Likya, Roma ve daha sonraki zamanlara ait yapılar iç içedir. Surların Roma devrinde yapıldığı sanılmaktadır. Sıcağa rağmen Kaleye tırmanıyoruz. Gezi teknelerinin doldurduğu limanı ve dantel gibi işlenmiş kıytıları bir de kalenin surlarından seyredip fotoğraflıyoruz. Tekrar limana inip denizin içinden yükdselen lahit mezarları izliyoruz hayranlıkla. Gün akşama dönerken biz de pansiyonumuza dönüyoruz. Bizi aşımızın hazırladığı güzel bir akşam yemeği ve uzun yol kaptanı Hasan’ın sohbeti bekliyor.

Güzel dinlendirici bir uykudan sonra mis gibi iyot kokan denizin kıyısında kahvaltımızı yapıyoruz. Daha sakin bir zamanda sadece kafa dinlemek için gelip daha uzun süreli kalmayı planlayarak Üçağız’dan ayrılıyoruz. Bozuk köy yolunu tırmanıp anayola çıkıyoruz ve Demre – Kaleye doğru yola koyuluyoruz. Noel Babanın doğduğu bu küçük belde de Noel Baba kilisesini hızla gezip, Finike’ye doğru yol alıyoruz. Dar ve oldukça çok sayıda virajdan sonra Finike’nin içinden durmadan geçiyoruz. Türkiye’nin domates ve turfanda sebze gereksinimin büyük bir bölümünü karşılayan, sevimli Kumluca ilçesinin de içinden geçip Olimpos, Çıralı’ya varmayı hedefliyoruz. Kemer ilçesine 30 km kala sağa ayrılan dar ama asfalt yoldan yaklaşık 7 kilometrelik bir yolculukla Çıralı’ya varıyoruz. Aracımızı çam ağaçlarının altına park edip, kalabalığın tek sıra halinde indiği patikaya yöneliyoruz. Yanartaşın yolunu soruyoruz, patikayı takip etmemizi söylüyorlar. Saat öğle 12.00. Hava sıcak mı sıcak.. Nefesimizin kesildiği her molada karşıdan gelenlere soruyoruz. “ Daha çok var mı? “ diye. Yaklaşık 1400 m, % 10 eğimli yolu hayli zorlanarak tırmanıp Yanartaş’a ulaşıyoruz. Ama gözümüz yanartaşı değil çalının gölgesinde buzların arasındaki soğuk içecekleri görüyor ve öncelikle oraya yöneliyoruz. Sıcak, susuzluk ve tırmanış bizi korkunç derecede yoruyor. Yaklaşık 15 – 20 dakika dinlenip, asırlardır sönmeyen dağın belli bölgelerinde kayalar arasında öbek öbek yanan alevleri görüyoruz. Gündüz çok etkileyici değil ama gece görüntüsü sanırım etkileyicidir. Bedava ateş üzerinde sucuk pişirenlerde izin isteyip, fotoğraflıyoruz. Doya doya yaşadığımız çıralı yanartaşı gördükten sonra yavaş yavaş aynı patikadan aşağıya iniyoruz. Aracımıza binip toprak yolda Olympos’a doğru ilerliyoruz, bir dere yatağından geçip aracımızı uygun bir gölgeye park edip Olympos’un çam ormanlarının korumasındaki tertemiz denizine kendimizi bırakıyoruz. Tertemiz Akdeniz sularında serinledikten sonra kumsala çıkıyoruz. Bekçiden öğrendiğimize göre burası da Caretta Caretta’ların yumurtlama bölgesiymiş. Bu nedenle duş vs gibi sosyal tesis yok. Mecburen bekçinin kulübesindeki hortumla duş alıyoruz.
Çıralı’da çardak altındaki köy restoranında yediğimiz menemenle karnımızı doyurup Phaselis’e doğru yola çıkıyoruz. Kemer ilçesindeki Tekirova ‘nın hemen yanıbaşında yer alan antik kenttir. Ana yoldan sağa dönüp çam ağaçları arasında yaklaşık 2 – 3 kilometre yol alıp otopark için ayrılmış yere aracımızı parkedip Phaselis’in antik ana caddesine doğru yürüyoruz. Efsanelere göre kent MÖ.2000 sonunda Mopso9s ve Lakius tarafından kurulmuştur
Strabon, Phaselis’in üç limanı olduğunu, en büyüğünün ise yarımadanın güneyindeki olduğunu yazmaktadır. Kentin kuruluşu kesinlik kazanamamakla beraber tarihte ismi en erken Fenike ile Yunanistan arasında ticaret gemilerinin uğrak yeri olarak geçmektedir. Kent M.Ö.690 ‘da zengin ormanlık bölgeye yakın oluşundan ötürü Rodosluların bir kolonisi olarak kurulmuştur. M.Ö.VII - VI.yy.larda geçimini denizden sağlamış ve ticaretle gelişmiştir. Batı Anadolu’ya Persler egemen olduğunda Phaselis de bundan nasibini almıştır. Kent ilk sikkelerini M.Ö. V nci yy.da Pers standartlarına göre basmıştır. M.Ö. V.yy.a ait, bilinen en eski gümüş sikkelerinin üzerinde bir tarafında gemi diğer tarafında da bir yıldız bulunur. M.S. 3.yy. a kadar da sikke basımı devam eder. Büyük İskender’in Anadolu’ya gelişinde kent kapılarını ona açmıştır. İskender’in bu kentten nasıl faydalandığını Strabon şöyle anlatır: “... Bundan sonra, önemli üç limanlı bir kent olan Phaselis’e ve bir göle gelinir. Bunun yukarısında, bir dağ olan Solyma ve dağlar arasındaki uzun geçitlerin yanında kurulmuş Termessos uzanır. Bu uzun geçidin içinden Milyas’a dağı aşan bir boğaz vardır. Aleksandros (İskender) geçidi açmak istediği için Milyas’ı yakıp yıktı. Phaselis yakınında deniz kenarında dağlar boyunca Aleksandros’un ordusunu geçirdiği uzun geçitler bulunur...”

Burası limanları ile ünlü bir kent olup, bunların en büyüğü yarımadanın güney-batısındakidir ve bu limanın girişinde 200 m. uzunluğunda bir de mendirek vardır. Bugün bu mendireğin büyük bir bölümü sular altında kalmıştır. İkinci limanı tiyatronun kuzey-doğusundadır, bunun da bir mendireği vardır ve günümüze çok iyi bir durumda gelmiştir. Üçüncü liman kuzeydeki geniş kumsaldadır. Limanın güneyindeki rıhtımın kalıntıları göze çarparsa da buraya mendirek yapılmamıştır. Phaselis’i kuşatan surların kalıntıları yarımadanın güney-batısında görülmektedir. Bizans devrinde de onarılan surlar eski özelliklerini hemen hemen bütünüyle yitirmiştir. Phaselis’in devlet yönetim ve diğer önemli yapıları kuzey ve güneydeki limanları birbirine bağlayan ana caddenin her iki yanına sıralanmışlardır. Uzunluğu 125 m.,genişliği de 20-25 m. olan caddenin iki yanına üçer basamakla çıkılmaktadır. Ortasında bir de meydan oluşturan cadde düzgün taşlarla döşenmiş,altına da mükemmel bir kanalizasyon sistemi yapılmıştır. İmparator Hadrianus’un kapısının kalıntıları da caddenin batısında,cadde boyunca sıralanmış dükkânlar, onların arkasındaki karmaşık plânlı yapı ile hamam ve Gymnasium oldukça iyi durumdadır. Gymnasium’un arkasındaki spor eğitimi için yapılan odalar geç devirlerde yapılan eklerden ötürü özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Bununla beraber mozaik döşeli tabanı, iki kapı ile güneydeki soyunma ve soğukluk, ılıklık kısımlarına girilen bölümleri yine de iyi durumdadır. M.S. III.yy.da yapılmış Hamam’ın sonraki dönemlerde de kullanıldığı açıktır. Agora Hamam’ın güneyinde olup meydana büyük bir kapı ile açılır. İmparator Hadrianus döneminde (M.S.117-138) yapıldığından ötürü de Agora’ya İmparatorun ismi verilmiş olup caddeye bakan duvarlarına heykeller yerleştirilmiştir. Bunların arasında Lykia kentlerine yardım eden ve özellikle en büyük desteğini buraya veren Rhodiapolisli Opramoas ile Saxa Amyntianus’un heykellerinin farklı bir konumu olmuştur M.S.V-VI. yy.larda Hadrianus Agorası’nın kuzey-batısına, bugün yalnızca apsis’i görülen, dikdörtgen plânlı bir bazilika eklenmiştir. Phaselis ana caddesinin meydanla birleştiği yerin güneyine ikinci bir Agora daha eklenmiştir. Domitianus Agorası diye adlandırılan bu Agora da İmparator Domitianus’un (M.S.81-96) kente yaptığı yardımların bir nişanesidir. Geç dönem mimarisini yansıtan bu Agora caddeye iki kapı ile açılır. Kapılardan birisinin üzerinde, İmparator Domitianus’un yazıtı vardır. Avlulu büyük yapı kompleksi şeklindeki agoranın portiklerle çevrili bir iç avlusu vardır. Bunların arkasındaki dükkanlar günümüze oldukça iyi bir durumda gelebilmiştir. Tiyatro yarımadanın üzerindeki tepeciğin en üst noktasında olup batıya doğrudur. M.S. II.yy. tarihlenen tiyatronun, Hellenistik bir yapı üzerine kurulup kurulmadığını anlamak için elimizde yeterli bilgi ve belge yoktur. Yaklaşık 1500-2000 kişilik bir kapasiteye sahiptir. Hem kente hem de denize hakim olan tiyatroya ana caddeden taş merdivenlerle çıkılmaktadır. Giriş ve çıkışlar yan tarafta olup Cavea yarım daire şeklindedir ve dörder merdivenle beş bölüme ayrılmış 20 oturma sırası vardır. Scene’ye beş ayrı kapıdan girildiği kalıntılardan anlaşılmaktadır. İki kattan oluşan tiyatronun üst kısmı günümüze ulaşamamıştır. Phaselis Tiyatrosu’nun üzerindeki Akropol’de Athena Mabedi bulunuyordu. Ayrıca Herakles, Hestia ve Hermes’e adanmış tapınakların olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir. Kentin birkaç yerinde Nekropol varsa da bunlar büyük ölçüde defineciler tarafından tahrip edilmiştir. En iyi durumda olanı ise deniz kenarında, kuzey limanı tarafındakidir.
Çam ormanının içindeki bu muhteşem antik kenti gezip elimizdeki kaynaklardan da gerekli bilgiyi aldıktan sonra artık kongre süresince konaklayacağımız otele doğru yola çıkıyoruz.
Antalya’yı ve doğusunu başka bir yazıda ele almak dileğiyle.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder