9 Ocak 2010 Cumartesi

KULA - MANİSA; TÜRKİYE

GEÇMİŞİN SOKAKLARINDA KAYBOLMAK: KULA

Bu kez yolumuz, her zaman -özellikle Ankara yönüne giderken- önünden geçtiğimiz ve hayranlıkla seyrettiğimiz SART’a düştü.
Güzel bir Aralık cumartesinde sabahın erken saatlerinde gezi dostları ile birlikte düştük yollara. Bu kez aramızda iki İngiliz konuğumuzda vardı. Yaşar Üniversitesinde öğretim görevlisi genç bir İngiliz çift. Kemalpaşa Armutlu yakınlarında çay ve kahvaltı molasının ardından Sart’a doğru yola çıktık. Yaklaşık 108 km sonra Ankara yolundan ayrılıp Sart /Paktolos çayı üzerindeki köprüyü geçip Sart Mustafa köyüne giriyoruz. Köyün ortalarından sağa dönüp ince asfalt yoldan Sart/Paktolos çayını, çayın kıyısındaki altın işliklerini izleyerek Artemis Tapınağına varıyoruz. Devasa sütunlardan oluşan muhteşem yapıyı hemen arkasındaki IV. Yüzyıldan kalma küçük şapeli, Amerikalı arkeologların ( ? ) arkalarında bıraktıkları vinci Dr. Bülent ŞAHİNCİ’nin anlatımı ile gezdikten sonra birebir yapılmış Lidya evini gezemeden ayrılıyoruz. Köyün - ve dolayısı ile antik Sardis’in- ortasından geçen yola çıkıp yolun karşı sırasındaki kalıntılara yöneliyoruz. İsa’dan önce’den, İsa’dan sonraya dönemsel bir geçiş yapıyoruz. Tarihçesi İÖ 2 bin yılına dayanan, Lidya krallığının başkentliğini yapmış, Paktolos çayının Boz dağdan sürükleyip getirdiği altınlarla ilk altın paranın basıldığı, Midas’ın eşekkulakları gibi birçok söylenceye konu olmuş Sart/Sardis İS 17 yılındaki depremlerle tamamen yıkılmış ve Roma kralı Tiberius’un yardımları ile yeniden inşa edilmiş, en görkemli zamanlarını da Roma İmparatorluğunun tüm topraklarında sağladığı barış dönemi Pax Romana döneminde yaşamıştır. Anayolun solunda onarılarak eski görkemine kavuşturulmuş anıtsal bir yapı görüyoruz. Döneminde Lise işlevi gören Gymnasium. Gymnasiumun doğu bitişiğinde onun geniş avlusuna eklenmiş durumda çok güzel mozaiklerle bezenmiş İS III. Yüzyıldan kalma sinagog kalıntılarını görüyoruz. Sinagogun duvarları boyunca ve bugün az bir kısmı günışığına çıkarılmış, Sardis’ten Afganistan’a kadar uzanan kral yolu kıyısında sıralanan iyi korunmuş dükkânları geziyoruz. Gymnasiumun hemen arkasında üç bölümden oluşan Roma hamamı da bütün haşmetiyle karşımızda duruyor.
Gymnasiumun avlusu palaestrada koşturan, güreşen, yarışan genç Lidyalıları hayal ederek otobüsümüze biniyoruz.
Pırıl pırıl tertemiz Değirmen restaurantta Salihli’nin ünlü Odun Köftesini yemek için duruyoruz. Dağlarda kekik otlayarak, dolaşarak özel beslenmiş koyunların etinden meşe odununun közünde pişen köftelerle kendimize güzel bir ziyafet çekiyoruz. Çaylarımızın ardından yeni rotamız Yanık Yöre’nin kenti KULA.
Kula Belediyesinin önünde bize Kula’yı gezdirecek gönüllü yerel rehberimiz Kula sevdalısı Sayın Hüseyin ŞAHİN ile buluşuyoruz.
Kısa bir hasbıhalden sonra fotoğraf makinelerimizi alıp otobüsü terk ediyoruz. Hüseyin Şahin’in peşinde Kulanın dar sokaklarında zaman içinde kayboluyoruz. Önce çukur çeşmeyi görüyoruz. Daha önceleri tüm Kula’da on iki tane olan bu çeşmelerden bir tane kalmış ve belediyede onu restore ederek korumaya almış.
Dört kişinin taşıdığı bir tabutun ya da iki yanında küfe olan eşeğin geçebileceği genişlikte bir labirenti andıran dar sokaklarda ilerliyoruz. Dar sokakların iki yanında yükselen ve evlerin özel yaşamını yabancı gözlerden saklayan rengârenk yüksek duvarlar arasında ilerliyoruz. Yüksek ve geniş iki kanatlı ahşap eski kapılardaki kapı tokmakları ve İTİMAD-I MİLLİ tarafından sigortalandığını gösterir eski Türkçe ve yeni Türkçe mühürler dikkatimizi çekiyor. Rehberimiz Hüseyin Bey cebinden bir takım anahtar çıkarıp kapının birini açıyor ve bizi avluya davet ediyor. Terk edilmişliğin hüznünü ve yıkımını yaşayan mavi badanalı avludan geçip konağın ha yıkıldı ha yıkılacak durumdaki tozlu ahşap merdivenlerini tırmanıyoruz. Başodayı, gelin odalarını gezerken tavanlardaki, oda kapılarındaki, merdiven tırabzanlarındaki ahşap işçilikleri bize bu konaklarda yaşanan ihtişam hakkında ipuçları veriyor. Yola devam ediyoruz. Restore edilmiş ve aslına uygun şekilde döşenmiş bir başka Kula evini gezdikten sonra sanki zamanın yıkımına karşı birbirine sarılmış, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını düşünür gibi kafa kafaya vermiş ve sevda ile öpüşen Kula evlerini sevgiyle ve hayranlıkla fotoğraflıyoruz. Burası fotoğrafçılar, sinemacılar ve ressamlar için bir cennet, doğal bir plato.
Kimse tarafından rahatsız edilmeden, sıcakkanlı Kula insanının içten konukseverliğinde selamlaşarak dolanıyoruz. Rehberimiz Hüseyin SAHİN bir konağın çıkması üzerindeki kök boya ile yapılmış bezemeleri ve çatı çıkıntılarındaki işçiliği gösteriyor. Dar sokaklardan tekrar geniş bir meydana çıktığımızda karşımıza restore edilmiş XIV. Yüzyıldan kakma Kurşunlu Camii çıkıyor.
Kurşunlu Camiden sonra tekrar dar sokaklara Demirciler Arastasına, Bakırcılar Arastasına dalıyoruz. Artık günümüzde sayıları iyice azalan el sanatı ustalarının çalışmalarını görüntüleyip içten bir selamla kolay gelsin diyoruz.
Kula’nın ünlü leblebisinden, Kula ekmeğinden ve helvasından almak için dağılan ekibi toplamakta hayli zorlanıyoruz. Ama tarih Aralık ayının 16sı yılın en kısa günlerinden biri ve güneş batmadan önce Kula’ya 20 km mesafedeki peribacalarına ulaşmamız gerekiyor. Güçlükle yola koyuluyoruz. Peribacalarının bulunduğu vadiye vardığımızda güneş dağların ardında kaybolmuştu. Kalan ışığın aydınlığı ile yetinip Kuladokyayı hayranlıkla izliyor ve görüntülüyoruz.
Artık dönüş zamanı. Artık söylenecek sözler söylendi, görülecek olanlar görüldü, şimdi eğlence vakti deyip darbukanın göbeğine vuruyoruz. Şarkılarla türkülerle iki buçuk saatlik yolun nasıl geçtiğini anlamadan İzmir’e varıyoruz. Yorgun ama mutlu bir sonraki gezide buluşmak üzere ayrılıyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder